Melih Can Şenol

Melih Can Şenol

Nietzsche’nin Perspektivizmi

Güç parçalarının ve güç odaklarının dünyası; durağanlıktan uzak sürekli devinen bir dünyadır. Akışın, değişimin tek gerçek olduğu ve süregiden bir güç mücadelesinin alanıdır. Şüphesiz dünyayı değişim dünyası ve şeyler arası mücadele olarak tanımlamak yeni bir düşünce değildir. Düşünce sahnesine daha önce de katılmıştı bu yorumlar. Örneğin, Antik yunan felsefesinde, değişim fikrini düşüncesinin merkezinde konumlandıran Herakleitos; dört unsurun, sevgi ve nefretin mücadelesiyle birleşip ayrışması üzerinden açıklayan Empedokles. Yahut tüm batı felsefesinin dipnot düştüğü Platon’da içinde yaşadığımız dünyayı değişim dünyası olarak görmektedir. Fakat Platon’a göre bu dünya bilgimizin nesnesi olamaz. Bilginin nesnesi olarak, duyulur dünyanın karşısına, idealar dünyasını koyar. Yani Platon için bilgi ideaların bilgisidir ve değişmez niteliktedir. Değişmeyen bilgi anlayışı ise evrensel bilgi anlayışının ilk adımıdır.

Nietzsche, böylesi bir dünya tasavvurunu ve evrensel bilgi anlayışını reddeder. “Nietzsche’ye göre, içinde yaşadığımız bu dünyadan başka bir dünya yoktur. Bu dünyayla yapacağımız bir şey varsa, o halde, onu, başka bir metafizik ve gerçek dünyaya başvurmadan yapmalıyız.” Bu durumda da geleneksel bilgi anlayışı çökmek durumundadır. Çünkü bu dünya değişim dünyasıdır ve düşünce ve inançların evrenselliğini sağlayacak sağlam bir kaide bulunmamaktadır.

Nietzsche, geleneksel felsefenin, görünür-gerçek dünya ayrımını reddeder. “O, bizim bilişsel paradigmamızın, örneğin mantık ve matematik gibi, saygın ve güvenilir ögelerine de saldırır. Bu reddedişler, bize, aslında Nietzsche’nin, her biri de durağan ve değişmeyen bir dünya düzeni varsayan, güvendiğimiz ve saygı duyduğumuz tüm bilişsel araçlarımızı, kategorilerimizi ve doğruluk kavramımızı reddettiğini gösterir.” Reddedilenler geleneksel bilgi anlayış paradigmalarını işlevsiz hale getirir.

Yazının Devamı

Gerçeği hatırlatmak

Türkiye’de yaşanan olaylara bakınca, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleketin merdiven altı bir tesiste kıyma haline getirildiğini düşünüyorum. Çok mu abartılı? Üniversite sınav sorularının çalınması, Ankara’nın ‘parsel parsel’ satılması, Fetullahçı Terör Örgütü’nün ‘her istediğini alması’, ‘Nas’ politikası ve sonuçları, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından denetlenen fakat her nasılsa bakanlığın tanımadığı Grand Kartal Otel’de çıkan yangın ve 36’sı çocuk 78 kişinin hayatını kaybetmesi ve son günlerin bombası: Sahte diploma skandalı. Çok ama çok daha fazlası var. Ama bunlar yetmez mi? Artar bile...

Bir sabah ülke gündemine sahte üniversite diplomalı doçentler ve profesörler yerleşti. -Zaten artık başka türlü afyonumuz patlamıyor- Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan iddianameye göre, üst düzey kamu kurumu yöneticilerinin elektronik imzası kopyalanarak birçok kişiye sahte diploma ve belge düzenlenmiş. Böylesine büyük bir girişim tüm aşamaları sorunsuz bir şekilde geçmeyi başarmış. Gerçekten takdir edilesi bir iş(!) Anlaşılan, devletin gören gözü kör, işiten kulakları sağır...

Böyle bir işin yalnızca bir çete ve müşterileri arasında gelişmiş olması gerçek olmaktan çok uzak. En azından kamu kurumları içerisindeki üst düzey bazı yöneticilerin dahli olmadan bu süreçler gerçekleşemez. Yani karşımızda oldukça organize bir yapı var demektir. Çünkü bu sahte diplomaları alan kişiler yalnızca diplomalarını almakla kalmamış bir de üniversite içinde yükselerek doçent ve profesör olmuşlar. Bu organize hareketin bir lobisinin olmadığını düşünmek için ya aptal ya da art niyetli olmanız gerekiyor. Yani güç savaşları her ölçekte hiç durmadan devam ediyor.

Yazının Devamı

Kuraklık gündem değil gerçek

Son dönemlerde Kocaeli’nin gündemini kuraklık problemi oluşturuyor. Mevsim normallerinin üzerinde seyreden hava sıcaklıkları, aylardır yeterli miktarda yağış düşmemesi ve su kaynaklarında gözlemlenen dramatik düzeydeki azalma doğal olarak diğer tüm sorunları gölgede bırakıyor. Çünkü varlığımızın teminatı olan doğa, uygarlık illüzyonumuzu bir çırpıda dağıtıyor. Tüm ‘ilerleme’ fikirlerimizi görmezden gelerek ‘patronun’ kim olduğunu yüzümüze çarpıyor. Ben bir bakıma bu durumdan memnuniyet duyuyorum. Çünkü ayaklarımızı zemine indiriyor ve gerçek sorunları gün yüzüne çıkartıyor. Şu anda da gerçek sorunumuz; su kıtlığı yani kuraklık.

Kocaeli’de kuraklık emareleri görüldüğünden beri İSU Genel Müdürlüğü vatandaşlara, suyun tasarruflu kullanılması gerektiği yönünde çağrıda bulunuyor. Bu kesinlikle haklı bir çağrı çünkü bu sürece vatandaşın dahil olması alınabilecek önlemlerin en önemlisi. Bu sebeple suyun tasarruflu kullanımına dair toplumsal bilinç inşası hayati öneme sahip. Ancak sorunun gündemdeki tartışmalara yansımayan çok daha kritik ve gerçek bir çıkmazı var. Buna birazdan değineceğim fakat önce kuraklığın ne olduğuna bakalım.

Çok basit bir biçimde kuraklığı; bölgedeki yaşamı besleyen suyun büyük ölçüde azalması olarak tanımlayabiliriz. Yani doğal olarak kuraklık, suyun noksanlığıdır. Teknik tanımı ise, “Kuraklık, yağışların uzun dönem ortalamalarının altına düşmesi sonucu, yağış ve buharlaşma arasındaki farkın artmasına bağlı olarak hidrolojik döngünün bozulması ve dolayısıyla arazilerdeki su kaynaklarının bundan etkilenmesi sonucu gerçekleşen bir doğa olayıdır” Nokta Gazetesi, Akademik Bakış, KOÜ Mühendislik Fak. Jeoloji Müh. Bölümü öğretim üyesi Dr. Özge Can Ataş.

Yazının Devamı

Günün içinden: Çocuklar, yaşlılar ve deliler

Hayat çoğu zaman, yanımızdan geçip gidenler ve yanından geçip gittiklerimiz arasında konumlanıyor. Dikkatli ve bakmayı bilen gözler için burada hikâyeler var. Bir çocuğun dilinden dökülen o ham ifadeler, yaşlıların bungun ve çoğu zaman iç çeken bakışları ve delilerin o onulmaz inancı çok fazla şey anlatır. Hiçbir şey söyleme çabası olmadığı için tüm zamanların ötesine geçer anlatıları. Bu üç insanlık durumu, insanı gösteren birer pusuladır benim için. Gerçeğin kalbi burada atar ve yaşatanın ne olduğu vazedilir: Her şey bir oyun.

En acemi olanlarımız; çocuklar, ustadırlar bu oyunda. Hem oynamakta hem de bir oyun kurmakta. Onlarınki yeniden bakmak değil her gün yeni gözlerle bakmak hayata. Yitirdiklerimizin en başında bu gelir. Alışmak denen nasır soğutur kanımızı. Uyanmakla aynaya bakmak aynı şey oluverir.

Çocuk, gerçeğin rüyasını görür ve orada yaşar. Hepimizin durup anımsadığı tat budur işte. Her şey yeni ve macera dolu. Dünya keşfe açık. Ve en önemlisi belki, hiçbir anlam verme çabası olmadığı için her şeyin kusursuz bir anlamı vardır. Çocuk için yalnızca an vardır ve başka hiçbir şey yoktur. Çocukluğumuzu düşündüğümüzde günlerin uzaması bundandır.

Yazının Devamı

Dönüş yolu

İşte uyandım. Birkaç sigara eşliğinde günlük inançlarımı belirledim (bir tanesi hiç değişmiyor): İçini gizle. Düşüncelerini kendine sakla. Duygularının bir önemi yok.

Güne başlayabilirim.

Her şeyi onaylamak, günlük yaşamı geçiştirmenin bir hilesi benim için. En saçma düşüncelere; EVET. Aptalca, işe yaramaz, mantıksız; EVET. Toplumsal ilişkiler başka türlü yönetilemez. Çünkü istisnasız bir biçimde hepimiz bir kötüden/kötülükten bahseder dururuz. Bir anda kendimizden hariç kötüler yaratırız. Oysa bir şeyin iyi ve/veya kötü oluşu, yapılabilecek birçok yorumdan yalnızca birisidir. Ortak yorumda buluşanlar bir küme oluşturur ve diğerlerini yadsır. Aslında insan bir kere aynanın karşısına geçip, gözlerine yeterince bakarsa arkasında nasıl bir boşluk olduğunu görecektir. Fakat biliyorum ki bunu bir kere yapan insan artık önceki kişi olamaz.

Yazının Devamı

O günün ardından

“Yaşadığımı nasıl kanıtlayabilirim? Bir hatamı düzelterek.” Günden Kalanlar filminden bir reçete.

Her şeyin mümkün olduğu bir gün. Dünyanın en güzel günü. Denizle aramda benden başka hiçbir şey yoktu. Balıkçı tekneleri, sandallar arasında turuncu güneş... Heyecanlı bir kutlama ya da yalnızca bir kutlamanın hayali. İçki şişeleri, bardaklar, masalarda insan tekleri. Yaratılmış her şeyin bir anlamı var. Öyle değil mi? Özenip, eğilmek gerek öyleyse çoğaltmak için bu güzel günü. Alelade olmamalı hiçbir söz. Ne de olsa bir kanıt gerek.

Kanıtın kıyısında, henüz bilmezken kıyının ne olduğunu ve inanmışken bir mümküne; söz saçılıp dağılıverdi. Bir yakarış zannederdim önceleri bunu. O hayranlığın peşinde kul olmak hürriyetti ve varlığımı pekiştirirdi. Ancak susmanın o soğuk o buzdan anıtı olan kaygı ve dokunmanın tereddütlü yaşamı yetişti bu korku mevsiminde. Şişeler bardaklara aktı aktı... Masalar dağıldı sonra. İşte deniz kenarında bir bank. Zihin bulanık. Göğüs iyice sıcak. Öyle ki çıra dense yanacak sanki. Çarpık bir görünümün tanıkları etten birer sancak artık. Hayvanların gözlerinde tekme, korna ve kaşıntı...

Yazının Devamı

Başka bir bilinç

Yetişilmiş fakat kıyısından dönülememiş yanlışlar

Efendi avına çıkmış kölelere dönüşür çoğu zaman.

Lev Şestov, trajik insanla ilgili -bir diğer adıyla yeraltı insanı-, tüm insanlara değerli ve yakın olanın ona gereksiz ve yabancı göründüğü saptamasında bulunur ve devam eder: Belki de içinde, durumun dehşetiyle ilgili acı verici bir bilinç ve huzurlu geçmişine yeniden dönme isteği uyanır defalarca. Ama ‘geçmişe dönemezsin’.

Yazının Devamı

Değerler sorunu

“Ahlâk değerlerinin bir eleştirisine zorunluyuz; değerlerin kendilerinin değeri öncelikle sorgulanmalı-…”

Bu ifadeler Nietzsche’nin, Ahlâkın Soykütüğü adlı eserinde değerler sorununa yönelik izlenecek yolun ne olması gerektiğini vurgular. Nietzsche, değeler soruşturmasını köklere kadar gerileterek “özgür istenç” sorununa değin götürür ve başlangıç noktası olarak burayı belirler. Çünkü Nietzsche’ye göre özgür istenç, kendilerine ceza verme hakkı tanımak isteyen ilk din adamlarının ürünüdür. Nietzsche’ye göre bunun nedeni, insanları özgür istence sahip olduklarına yönelik bir yargıya inandırmak suretiyle, sorumluluk duygusunu var etmektir. Sorumlu kılınan kişi ise sorumlu tutulduğu “görevi” yerine getirmediği durumda cezaya çarptırılır. Yani “ilk din adamları” özgür istenci ortaya çıkartarak cezalandırma imkânını elde etmek istemişlerdir. “Nerede sorumluluk arandıysa, onu arayan intikamın içgüdüsüydü” Nietzsche’nin bu ifadesi, sorumlu kılma ile intikam arasındaki ilişkinin içgüdüselliğini vurgular. Burada aynı zamanda içgüdülerin yaratım sürecini incelemektedir. Buna göre içgüdünün yaratım süreci: “Dürtünün bilinç düzeyinde bir istenç olabilmesi için, bilincin dürtüye amaç olarak uyarıcı bir durum sunması ve böylece dürtü için fantazm olan neyse onun anlatımını ayrıntılı bir biçimde işlemesi gerekir.” Yani Nietzsche, insanın içgüdülerini birey olmanın koşulu olarak görmektedir. İnsanı birey yapan ilk unsur içgüdülerdir. İçgüdülerin, ahlâk ile arasındaki önsel ilişkiyi Kaufman şu şekilde ifade eder:

“(Nietzsche) “Ahlâksal yargılarımız ve değerlendirmelerimiz”in bilinçsiz fizyolojik süreçlerin ussallaştırılmaları olduğunu ileri sürer. Bunu bir eylem ahlâksal duygumuzu incittiği için kızgın olduğumuz değil ama kızgınlığın birincil ve ahlâksal yargının ise bir ussallaştırma olduğunu anlıyorum”

Yazının Devamı

Bir kültür zirvesi olarak felsefe

Felsefenin ne olduğuna yönelik soru her daim soruldu. Ancak bir şeyin ne olduğu ve ne olmadığına yönelik çözümleme gerçekten zor bir iştir. Kavramların dünyasına yani mantığın alanına girmek gerekir. Ben ise bu yazıda felsefenin ne olduğuna değil insanlık kültüründe nasıl bir ortamda ve hangi gelişim süreçlerinin sonucunda ortaya çıktığına yöneleceğim.

Felsefe dendiği zaman herkesin aklında az ya da çok bir şey canlanır. Kimileri fazla hafife alır kimileri ise gereğinden fazla bir anlam yükler. Her iki yaklaşım da olanı olduğu gibi görmeye engel olur. Felsefe nihayetinde bir insan eylemiyse ve tarihi süreçte bir başlangıca gidebiliyorsak sürecini izleyebiliriz demektir.

Klasik felsefe tarihi anlatıları, felsefi düşüncenin ortaya çıkışını M.Ö 6. yüzyılda Antik Yunan’da Thales’le başladığını yazar. Tarihi olarak bunu doğru kabul etmekte bir mahsur yok fakat bu bir anda ortaya çıkmış bir şey mi? Yani Thales, Milet sokaklarında yürürken felsefe diye bir şey mi bulmuş? Kuşkusuz hayır. Ancak bu gelişmeyi anlamak için biraz daha gerilere gitmemiz gerekiyor.

Yazının Devamı

Yehuda kimi öpecek?

Soren Kierkegaard, “kaygı ertesi gündür” diyordu. Türkiye’de gün, bir süredir kaygıyla doğuyor. Acaba bugün ne olacak?

Sembollerin dünyasında, bugün kan daha bir sıcak aktı. Türkiye’nin son 50 yılının en büyük problemi olan PKK silahları yaktı. Nereden bakarsanız bakın oldukça sembolik bir fotoğraf. Fakat bugün yaşananlara dikkat kesilip bugüne kadarki süreci ve bundan sonrasını yele kaptırmamak gerekiyor. Çünkü asıl soru: Şimdi ne olacak?

Devlet Bahçeli 22 Ekim 2024 tarihinde bir anda çıkıp Abdullah Öcalan çağrısında bulundu. Ardından 19 Mart 2025 tarihinde Ekrem İmamoğlu gözaltına alınmasıyla İmralı sürecine paralel olarak CHP’li belediyelere operasyon süreci başladı. Bu süreç içerisinde en dikkat çekici detaylardan birisi ise DEM Parti’nin CHP’ye yapılan operasyonlara karşı sessiz tavrı oldu. Acaba DEM Parti, demokrasi hayalini, AK Parti’de mi buldu? Hiç sanmıyorum. Bu zamana kadarki süreçte Cumhur İttifakı’na kenarından eklemlenmiş bir DEM Parti görüntüsü vardı. Fakat Recep Tayyip Erdoğan bugünkü konuşmasında, AK Parti, MHP ve DEM Parti ittifakını açıkça ilan etti. Erdoğan süreç ile ilgili herhangi bir pazarlık olmadığını her fırsatta dile getirse de gerçekçilikten uzak bir söylem. Belli ki masada anlaşma sağlanmış. Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi kariyerindeki ‘kızıl elması’ olan yeni anayasaya, Cumhur İttifakı ve DEM Parti ortaklığıyla bir zemin kurulacak. CHP ise bu süreçten tasviye edildi. Tüm bu olayları bir arada düşündüğümüzde CHP’ye yönelik operasyonlarla PKK’nın fesih ve silah bırakma süreci arasında sıkı bir ilişki olduğu açıkça görülüyor. Görünen o ki Erdoğan, yeni anayasaya giden yolda CHP’yi yoldan temizlenmesi gereken bir taş olarak gördü.

Yazının Devamı

Yazmak bir cehennem

Beyaz, bembeyaz buyurgan bir düzlük.

-Hadi bir şeyler söyle!

Boş bir sayfanın ağırlığı az şey değil. Söylemek ise sağaltıcı fakat zor bir eylem. Hele kendi dilinle söylemek, kendini söylemekse arzu, sancılar bulabilir insanı. Ama ‘ben’ denen sefaleti yatıştırmanın söylemekten başka bir yolu var mı? Aşmak için bir eşiği, sıçramak daha sonraya; söylemek şart.

Yazının Devamı

Büyükşehir ‘Şato’ mu?

Kocaeli’nin uzunca bir süredir gündeminde olan “Doğu Bölgesi Atık Bertaraf ve Düzenli Depolama Tesisi” yani kısaca Kandıra çöp tesisi meselesi sona doğru yaklaşıyor. 30 Haziran tarihinde proje ile ilgili olarak hazırlanan ÇED Raporu, İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu (İDK) tarafından incelenerek son şeklinin verildiği belirtildi. Rapor halkın görüş ve önerilerini almak üzere Bakanlıkta ve Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü'nde on takvim günü görüşe açıldı. Bugün ise Kandıralılar Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin önüne gelerek bu tesisi Kandıra’da istemediklerini bir kez daha haykırdılar.

Bu yazıda tesis ile ilgili teknik detaylara değinmeyeceğim. Zira fazlasıyla yazılıp çizildi bu konuda. Bizzat ben, jeofizikçilerle ve çevre mühendisleriyle defalarca kez görüştüm bu konuyu. Genel kanaat bölgenin böyle bir tesis için uygun olmadığı yönünde. Fakat görünen o ki bu tesis oraya yapılacak. Bu aşamadan sonra olası her türlü sonuç karar verici mercilerin sorumluluğundadır.

Bugün Büyükşehir’in önünde yaşananlar Franz Kafka’nın Şato’sunu hatırlattı bana. Sizin seçtiğiniz, her an adını duyduğunuz, her gün önünden geçtiğiniz fakat asla ulaşamadığınız bir yer. Kandıralıların karşısında, Büyükşehir yetkilileri (daha alt basamaklarda yer alanlar), güvenlik görevlileri, zabıtalar ve polis… Vatandaşlar, “seçtiğimiz insanla, Tahir Büyükakın’la görüşmek istiyoruz” diyor. Fazlasıyla meşru bir istek. Yanıt yok. Bir telefon çalıyor, acaba Büyükakın mı? Hayır. Özel kalem müdürü. Pazarlık başlıyor. Vatandaşlar tekrarlıyor, “Tahir Büyükakın’la görüşmek istiyoruz.” Olur-olmaz derken, 10 kişilik bir grubun pazartesi günü Tahir Büyükakın ile görüşmesine karar verildi.

Yazının Devamı

İstanbul sorunu

“Türkler İstanbul’u 1453’te fethettiler ama hâlâ yerleşemediler” şeklinde bir söz söylenir. Söyleyeni kimdir bilmiyorum fakat durumu kesinlikle çok iyi özetliyor.

1950’li yıllarda başlayıp günümüze kadar süren göç, bitmek tükenmek bilmeyen ‘mega projeler’ ve hiçbir estetiği olmayan yapılarıyla İstanbul, bizim tarafımızdan soykırıma uğramış bir kent. Hâlâ her caddesinde bir iş makinesinin çalıştığı, altyapı-üstyapı sorunlarının çözülemediği bu kent, günümüzde başlı başına bir sorunlar yumağı haline geldi.

İstanbul’un mevcut nüfus yükü ve plansız bir biçimde büyümesinin sonucunda ortaya çıkan çevre sorunları maalesef çözülecek gibi görünmüyor. Ne yazık ki mevcut siyasi ortamda durumun faturası Ekrem İmamoğlu’na kesilmeye çalışılsa da bu hakkaniyetten fazlasıyla uzak bir yaklaşım. Sonuçta bu kent 2019 yılında kurulmadı.

Yazının Devamı

Sanayi, nüfus ve çevre

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’nin de pek çok bölgesinde çevre problemleri gözle görülür bir biçimde ortada. Bu kapsamda özellikle Marmara Denizi, müsilaj ve alg patlaması gibi sorunlarla sık sık gündeme gelmeye devam ediyor. İzmit Körfezi de doğal olarak bu daire içerisinde kendi payına düşeni alıyor. Son 2 ay içerisinde İzmit Körfezi’nde hem müsilaj hem de alg patlaması görüldü. Üstelik bu sorunlar maalesef yalnızca suyun yüzeyinde göründüğü zaman gündeme gelse de Marmara Denizi’nin dibi bizler görmesek de müsilaj ile kaplanmış durumda. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de kuraklık problemiyle karşı karşıyayız.

Marmara Denizi, ciddi bir kirlilik baskısı altında. Bir rutin haline gelen alg patlamalarıyla, gerekli şartlar oluştuğunda deniz tabanından kalkarak deniz yüzeyini kaplayan müsilajla burada bir sorun var diyor. Karşılaşılan bu iki sorunun da müsebbibi özellikle evsel atıksulardan kaynaklanan azot ve fosfor. Peki son dönemlerde Kocaeli’nin önemli gündemlerinden birisi olan ileri biyolojik arıtma tesisleriyle bu azot ve fosforu arıtmak ne kadar mümkün? Sanayi kenti olarak anılan -bir yönüyle tercih edilen- Kocaeli’de sanayinin bu konudaki rolü ne?

Marmara Denizi’nde yaşanan çevre sorunlarıyla ilgili öncelikle sanayinin rolüne değinmek istiyorum. Doğrudan sanayiyi suçlayarak bu işin içinden çıkılamaz. Çünkü sanayi “vazgeçelim” diyebileceğimiz bir şey değil. Geçtiğimiz günlerde düzenlenen Şehabettin Bilgisu Çevre Ödülleri töreninde Kocaeli Sanayi Odası Başkanı Ayhan Zeytinoğlu’da bu konuya değinerek, Kocaeli’ de Kocaeli’de çevre koruma önlemleri kapsamında sanayi kuruluşları tarafından yapılan yatırımlara ve alınan önlemlere değindi. Ardından da “Tüm bu çabalara ve uygulamalara rağmen, ne yazık ki yalnızca sanayicilerimiz suçlanıyor. Bizi en çok üzen ise, çevre kirliliğinin tüm sorumluluğunun haksız biçimde tamamen sanayicilere yüklenmesidir” dedi. Zeytinoğlu’nun bu ifadeleri sanayici ölçeğinden bakıldığında doğru. Fakat biraz daha geri çekilip baktığımızda sanayinin tek başına bir şey olmadığını aynı zaman da nüfus anlamına geldiğini net bir biçimde görebiliriz. Yani hızlı sanayileşme ve buna bağlı olarak kentlerin nüfusunun sürekli artması bizi bu duruma getirdi. Zeytinoğlu konuşmasının devamında kürsel ısınmaya dikkat çekerek “Dünya ısısının 1 derece yukarı ya da aşağı hareketi 150 bin yılda olabileceği hesaplanıyor. Biz bunu maalesef 150 yılda yaptık” ifadelerine yer verdi. Dünyanın son 150 yılının en başat unsuru sanayi değil mi? Şunu tekrar dile getirmek istiyorum; sanayiden vazgeçelim gibi absürt bir şey söylemiyorum. Plansız bir şekilde, büyüme hırsıyla sanayileşme ve kentlerin nüfuslarının kontrolsüz bir şekilde artmasına dikkat çekiyorum.

Yazının Devamı

Kendim için sadece kendim için

Bir süredir Kocaeli Üniversitesi öğretim üyeleriyle, Akademik Bakış adlı bir röportaj serisini sürdürüyorum. Bu röportajların konularını bazen ben bazen ise gündem belirliyor. Yeri geliyor Kocaeli özelindeki bir sorun yahut ihtiyaç; yeri geliyor çok daha genel konular oluyor bunlar. Fakat bu konular arasında özellikle çevre sorunları büyük bir yer tutuyor. Açıkça ifade etmeliyim ki bu durum aslında çok da bilinçli bir yönelim olmadı benim için. Yani öyle çevre aktivisti olduğum sanılmasın. Ancak gündelik siyasetin abesliği ve vasatlığı içerisinde birçok saçmalığın benim için normalleşmemesi için gerçek sorunlara yönelme arzusu beni bu yöne itti diyebilirim.

Her gün farklı yerde aynı şeyleri tekrarlayan insanları takip etmek, niyet okumaya çalışmak ve yalana yalan diyemeden bir hayat yaşamak, insan zekasının kıvrımlarını bir düzlüğe mahkûm edebilir. Ayrıca insanın alışkanlıklardan yapılmış bir canlı olduğunu göz önünde bulundurursak, ahlâkî çözülmeden söz etmiyorum bile. Bu topluluklar içerisinde “torpil” meselesinin kültür haline gelmiş olması yeterince açık ve güçlü bir örnek. Sürekli olarak “ben de buradayım, ben de” demek gibi bir narsisizm ve “dava” yüceltmesiyle kendi megalomanisini yaratan bir kitle. —Haklı çıkmaya görsün, şeytana rahmet okutur— Her konu hakkında kendisinde konuşma hakkı buluyor ve zorunluluk hissediyor. Çünkü; “ben de buradayım”.

Çevre sorunlarını sürekli olarak bu kişilerden dinliyoruz. Dinliyoruz fakat soru sorulamıyor. Her şeyin söyledikleri şekilde kabul edilmesi gibi hayli tuhaf isteklere sahipler. Oldukça “vakur” bir biçimde çevre konularının siyasi bir mesele haline getirilmemesi gerektiğini yine kendileri söylüyor. —Bunu da onlar söylüyor— Ama tabi ne de olsa yapılanların halka anlatılması gerekiyor(!) Fakat hangi halk? Söylem biçimine bakılırsa, bu gruplar için halk; bireylerden oluşmayan soyut bir kavram. Toplum değil topluluk. Kendi sadık toplulukları.

Yazının Devamı

Bella: Yaratılmış bir pusula

Yetişkin bir kadın bedeninde, bir çocuğun beyni… Yönetmen Yorgos Lantimos, Poor Things (Zavallılar, 2023) filmiyle, ahlâk şövalyesini zırhının içerisinde eritecek bileşeni bulmuş. Buyuranı olmayan buyruklar, ancak “güçsüzler” tarafından kolayca reddedilebilir. Bu sebeple, toplumsal değerler tarafından şekillendirilmemiş olan bu sihirli bileşen tüm soruları sorabilecek güce sahip.

Eğer toplumsal ahlâkın yargılardan rahatsızlığımızı dile getirirken içten içe bir ikiyüzlülük yapmıyorsak; “Ahlâk değerlerinin bir eleştirisine zorunluyuz; değerlerin kendilerinin değeri öncelikle sorgulanmalı-…” (Ahlâkın Soy Kütüğü, Friedrich Wilhelm Nietzsche) Peki bunu kim yapabilir? Bize yol gösterici bir pusula gerek. Deliliğin doruklarında, Dionysos’un şarkısına ayak uydurabilecek, çılgınca bir neşe… Bu niteliklere ancak bir çocuk sahip olabilir. Fakat bedensel zayıflığı buna müsaade etmez. Yetişkin bir kadın ise muhtemelen çoktan bir ahlâk devesi haline gelmiştir. Üstelik pek çok kadının tek damla kanı akıtılmadan nasıl öldürüldüğünü biliyorum. Lantimos bu düğümü, bir kadın ile bir çocuğu birleştirerek çözüyor. İki zayıfın birleşiminden doğan pervasız karakter, hayli ciddi, hiç gülmeyen babanın karşısında delice kahkahalar atabilir.

İşte Bella böyle bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Kendi annesinin bedeninde yaşayan bir çocuk... Bir insanın zaman içinde geçirdiği tüm değişimleri ve gelişim evrelerini gösteriyor bize. Köksüz, kendinden müteşekkil bir insanın çırılçıplak görünümünü sunuyor. Ayrıca Bella, çıktığı yolculukla bir pusula gibi değerlerin yeniden değerlendirilmesinin yolunu gösterirken insan için trajedinin kaçılması gereken bir şey değil yaşanması gerektiğini haykırıyor.

Yazının Devamı

Tanıdık bir kavram: Nihilizm

Nihilizm kavramı, popüler kültür içerisinde oldukça hırpalanmış bir kavram. Gerek fonetiğinin kişilerde yarattığı gizem duygusundan olsun gerekse “derin görünmek için suyun bulandırılmasından” dolayı konuya ilişkin hiçbir çalışması olmayıp, nihilizm kavramdan çokça etkilenen kişiler gördüm. Hatta koluna dövme yaptıranı da… Kavrama böyle yaklaşılmasında, Türkçede “hiççilik” olarak karşılanmasının da etkisinin olduğunu düşünüyorum. Psikolojik olarak hiçlik duygusunun, güvenilir bir kaynaktan doğrulanmasının, onay duygusunun dışavurumu belki. Aslında nihilizm kavramının psikolojik bir durum olduğu doğru fakat bu kavram aynı zamanda tarihsel süreç içerisindeki insanı anlamanın da önemli bir anahtarı.

Nedir sorusu, sorulabilecek en zor sorudur. Bu sebeple Nietzsche bağlamında nihilizm kavramına göz atarken her zaman bir başka yorumun kapısını açık bırakıyorum. Öncelikle, nihilizmin en temel tanımı şudur: En büyük değerlerin, kendi öz-değerlerini düşürmesi ve “neden?” sorusuna cevap bulunamamasıdır (G.İ). Nietzsche’ye göre tanrının ölümüyle birlikte oluşan değerler boşluğu nedeniyle, artık insan nihilizme karşı savunmasız bir konumdadır. ‘Neden’ sorusuna cevap veren tanrının yitirilmesi, nihilizmin ortaya çıkışı anlamına gelmektedir. Buna göre nihilizm, değer, anlam ve isteklerin kökten reddedilişi ve “neden” sorusuna cevap verilememesidir. Yani nihilizm, değerlerini yitirmek suretiyle, öz-değerini yitiren insanın amaçsızlığı ve isteklerinin zemininin kayıp gitmesini ifade etmektedir.

"Neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimiTüketen kim. Hani görmeden daha, sezmeden herşeyin bittiğiniAma ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıklaÇökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz inceliğiAnsızın bir ürperişte: bitti mi herşey bitti miYoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi" Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka, Edip Cansever.

Yazının Devamı

Süt dişleri çoktan dökülmüşler için

“Onu öldürdük — ben ve sizler! Hepimiz onun katiliyiz.” Şen Bilim, Friedrich Wilhelm Nietzsche.

Hepimiz suç ortağıyız. Kimse kendini aklamaya çalışmasın. Kulağıma değen çığlığı yalnızca ben duyuyor olamam. İyi ama ne bir tören ne de bir yakarış, hiçbiri olmadı. Ağıtlar yakılmadı, dizler dövülmedi. Öldüğüne sevinilen bir baba mı yoksa? Bazı ölümler pek âlâ memnun edebilir insanı. Bu da onlardan biri mi? Nihayetinde bir şey aranmıyorsa kayıp değildir. Fakat biz arıyoruz da… Peki bu vaktinden önce atılmış çığlık neyi haber veriyor bize? Her şartta ürpertici bir şey bu. Grameri bozuyor, allak bullak ediyor zihinleri. İçindeki ağaçları eze eze yürüyor orman. Gece yastığıma tükürüyor, bulandırmak için uykumu. O halde dönülecek tek mabede -alaycı ve ciddi, umursamaz ve tapınan- kendimize dönelim.

Şimdi ağıtlar gerek bize, diz dövmeler, baş vurmalar

Yazının Devamı

Tanıdık bir kavram: Güç istenci

Güç istenci kavramı, Nietzsche felsefesinin en önemli ve aynı zamanda en karmaşık kavramlarından birisi olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü Nietzsche, güç istenci kavramıyla yalnızca insan ilişkilerine, edimlerine değil tüm canlılığa yönelik bir bakış sunuyor. Nietzsche, dünyanın güç istencinden başka bir şey olmadığını ve ilişkilerin de yalnızca birer güç mücadelesi olduğunu söylüyor. Yani güç istenci kavramı dünyaya ilişkin yapılan oldukça cesur bir yorum. Çünkü Nietzsche bu kavramla; dünyada sadece ama sadece güç istenci olduğunu ve bundan başka da hiçbir şey olmadığını söyler.

Nietzsche’ye göre dünya, güçler arasındaki mücadeleden ibarettir. İster parça olarak güç isterse bir araya gelen güç odakları olsun, bunlar arasındaki kesintisiz mücadeledir. Çünkü her şey sürekli olarak gücünü artırma çabası içerisindedir. Buradaki önemli nokta, güç artışının ancak diğer güçler pahasına sağlanabilir oluşudur. “Başka bir deyişle, bir güç artışı, diğer güç odaklarının özümsenmesi, ele geçirilmesi ve egemenlik altına alınması yoluyla gerçekleşir. Dolayısıyla, dünyada sürüp giden bir güç mücadelesi vardır.” (Soner Soysal, Güç İstenci ve Yorum) Nietzsche’ye göre kesintisiz bir şekilde süregiden bu mücadelenin sonucunda, dünyada tıpkı güç mücadelesinde olduğu kesintisiz bir akış ve değişim halindedir. Güç odakları, birbirleriyle olan mücadeleleri sırasında değişmekte ve bu değişime bağlı olarak dünya da değişmektedir. Bu nedenle Nietzsche, dünyayı varlık değil oluş dünyası olarak tanımlar. Fakat güç için mücadele etmek, güce yönelmek ve istemek, güç odağının sahip olduğu bir şey değil, doğrudan doğruya, ona içkin olan bir niteliktir. Yani güç istenci, yaşamın tümünde aktif olan fakat sahip olunmayan bizzat “o” olanı ifade eder.

Nietzsche, güç istencini yaşamın temel ilkesi olarak görür. Organik – inorganik her şey bir güç istencidir. Nietzsche’ye göre bu güç istenci insan yaşamında kendisini şu şekilde gösterir: “Bize en aşina olan biçim olarak yaşam, aslında güç toplama istencidir; yaşamın tüm süreçleri buna bağlıdır: Hiçbir şey kendini korumak istemez, her şey eklenecek ve toplanacaktır. Yaşam, azami güç duygusu için çaba gösteren özel bir durumdur (buna dayanan hipotezler varlık karakterinin tamamı için geçerlidir); aslında daha fazla güç için çaba göstermektedir; çaba göstermek, güç için çaba göstermekten başka bir şey değildir; en temel ve en içsel şey hala bu istençtir.” Alexander Nehamas’a göre güç istencinin, yaşam içerisindeki konumu; “…kişinin kendi dünya görüşünü ve kendi değerlerini tam da başkalarının yaşadığı ve sarıldığı dünya ve değerler haline getirme becerisinde…” belirginleşir. Nehamas’ın dikkat çektiği bu beceri, insanın sahip olduğu tek yalın gerçek olan içgüdüleri sayesinde gerçekleşir. Burada bahsi geçen “içgüdü” özbilinçsizce ve açık bir biçimde farkında olunmayan davranışları işaret eder. İçgüdülerin Nietzsche düşüncesi için önemi, düşünme ediminin, güdüler arası ilişkiyle var olmasından kaynaklanır. Nietzsche için bu durum, güç istencinin, dolaysız bir şekilde yaşamın kendisi olduğuna yönelik ifadeyi mümkün kılar.

Yazının Devamı

Orta Çağ’da Türkiye: Bir kararın anatomisi

“Din-ü millet sorar isen, âşıklara din ne hacet

Âşık kişi harap olur, harap bilmez din diyanet” Yunus Emre

Geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı’na ilişkin birtakım düzenlemeler öngören kanun teklifi kabul edildi. Buna göre ‘İslam dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı olduğu kurul tarafından tespit edilen mealler’ Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından toplatılıp imha edilebilecek. Bu karar, öyle tarihin karanlık dönemlerinde, gizli kapılar ardında değil yaz ortasında, gündüzün alındı. Avrupa dendiği vakit, Orta Çağ karanlığından, engizisyon mahkemelerinden, yakılan kitaplardan söz eden geleneksel bilinç; kafasını tarihin kumlarına gömmeye devam ediyor.

Yazının Devamı

Erdoğan mı haklı? Yoksa sorun ekonomik mi?

“Türkiye'nin doğurganlık hızı tarihimizde ilk kez 1,48'e gerilemiş durumda. Bu, bir felaket. Bu rakam, kritik eşik olan 2,1'in çok altında bir seviyedir. İster iktidar ister muhalefet olsun hiç kimse buna kayıtsız kalamaz.” Recep Tayyip Erdoğan

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, doğurganlık hızındaki düşüşü felaket olarak tanımlaması, muhafazakâr, milliyetçi ve gelenekçi yaklaşımın doğal bir yansıması. Oysa çağdaş kaygılarla dünyaya baktığımızda kesinlikle Erdoğan kadar kesin konuşamayız. Çünkü biliyoruz ki tüm çevre sorunlarının temelinde aşırı nüfus yatıyor. Çok basit bir akıl yürütmeyle, sınırları olan bir yerin -mekân- sınırlı sayıda unsuru barındırabileceği sonucuna ulaşabiliriz. Nasıl ki Erdoğan, doğurganlık hızındaki düşüşü felaket olarak tanımlıyorsa ben de soruna asla gerçekçi bir perspektiften bakılmamasına felaket diyorum.

Maalesef Erdoğan’ın, doğurganlık hızına yönelik ifadelerine yönelik yapılan eleştiriler kısır bir ekonomi eleştirisinden öteye geçmiyor. Oysa -eğer bu bir sorunsa- sorunun ekonomik olmadığı açık seçik ortada duruyor. Doğurganlık hızındaki dramatik düşüşün sebebini ekonomiyle açıklamaya çalışmak, fazlasıyla kestirme bir yaklaşım. Türkiye’nin doğurganlık hızının çok daha yüksek oranlara sahip olduğunda ekonominin hiç de iyi olduğu söylenemez. Ayrıca günümüzde doğurganlık hızının en yüksek olduğu ülkeler fevkalade fakir olmasına karşın doğurganlık hızının en düşük olduğu ülkeler en zengin ülkeler olarak karşımıza çıkıyor.

Yazının Devamı

Her intikam ‘beni’ vurur

Düşünce tarihinde ‘muallim-i evvel’ yani ‘ilk öğretmen’ olarak anılan Aristoteles’in Metafizik adlı eseri “Bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler” cümlesiyle başlar. Yani her bilinç doğal olarak bilmek ister. Bu cümleye ‘bilinmek’ kelimesini de eklemek istiyorum. Her bilinç doğal olarak bilmek ve bilinmek ister. Çünkü insan için bilmek ne denli güçlü bir arzuysa bilinmek de bir o kadar, hatta belki de daha güçlü bir arzudur. Kutsal, merhametli babamız; “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim” diyerek, bilinme arzumuzun en muhteşem tarifini, aynı zamanda da dayanağını verdi bize. Bu muhteşem cümle güzel bir anlaşma aslında. Zihnimiz kurnaz… Ben seni tanıyacağım, sen de beni tanıyacaksın…

Her koşulda görülmek, duyulmak ve bilinmek arzusunun karşılandığı bir anlaşma. Fakat insanın babasıyla yaptığı anlaşma bir süredir miadını doldurmuş görünüyor.

Şimdi insan, paramparça olmuş levhanın parçalarını toplamaya çalışıyor; yeni bir anlaşma için. Çünkü gerçeğin ta kendisi olan doğa, insanı görmüyor. Acısını duymuyor, neşesi ilgilendirmiyor onu. Kendi çığlığı çınlıyor insanın kulaklarında.

Yazının Devamı

Tanıdık bir kavram: Decadence

Decadence kavramı Türkçede; ‘çöküş’, ‘yozlaşma’ ve ‘çürüme’ gibi terimlerle karşılanıyor. Günlük hayatta da sık sık kulağımıza değen; toplumun yozlaştığı, kişilerin toplumsal değerleri yitirdiğine yönelik söylemlerle, aslında hem toplumsal hem de bireysel olarak hayatın tam ortasında kendisini gösteren bir kavram. Decadece, düşünce tarihinin en sivri düşünürlerinden Nietzsche’nin de felsefesinin anahtar kavramlarından biri. Nietzsche’ye göre decadence kavramı, en temel anlamıyla yaşam değerinin yozlaşmasını ifade ediyor. Nietzsche bu kavramla kişinin istencinin zayıflamasını, yaşamı sürdürme ve isteme gücünün tükenişini vurgular. Nietzsche’nin ifadeleriyle decadence: “Bir canlıya, bir türe, bir bireye, içgüdülerini yitirmişse, kendisine zararlı olanı seçiyor, yeğliyorsa, yozlaşmış derim.” Böyle bir yozlaşma insanın doğal duygulanımlarının temelden sarsılışını ifade eder. Fakat Nietzsche’ye göre bu yozlaşma olağanüstü bir durum değil kabul edilmesi gereken trajik bir gerçektir. Hatta bir yanıyla yaşamın gelişimine katkı sağlamaktadır (Gİ, s.46).

Nietzsche’ye göre decadence; “Varsayılan nedenleri sonuçlandırır. Bu anlayış, ahlâk problemlerinin perspektifini tamamen değiştirir.” Bu ifadeler decadence kavramının temel niteliğini açıklar. Nietzsche’ye göre yaşamın yozlaşma nedeni olarak gösterilen bütün kötülükler, aslında yalnızca birer sonuçtur. Bu sonuçlara yönelik yürütülen hiçbir çaba yozlaşmayı engellemeye yetmeyecektir. Nietzsche'ye göre böylesi bir çaba gereksizdir. Ona göre yozlaşmaya karşı yürütülecek en makul eylem, henüz ulaşamadığı yerlere bulaşmasını engellemek olacaktır.

Nietzsche, decadence’ın dört belirleyici özelliğini verir. Nietzsche’ye göre, yozlaşmanın herhangi bir çözümü yoktur, bunu bulduğuna inanan kişi aslında çöküşü hızlandıran yolu seçmiştir. İkinci durum da kişi, istencinin parçalanmış oluşu ve olaylar karşısındaki aşırı duyarlığı neticesinde abartı derecesinde bir merhamet duygusu geliştirerek, zayıflığın ahlâkını meydana getirir. Üçüncü durumdaysa, kişi neden ile etkiyi birbirinden ayırt edemez. Ve bu sebeple çöküntünün sonuçlarını nedenler olarak algılar. Son olarak kişi, yaşamdaki acılardan kurtulabileceğine yönelik bir düşünce geliştirir ve bilinçsizliğin değer olduğu bir durumu ortaya çıkartır. Nietzsche’ye göre bu özellikler, decadence kişi özellikleridir. Buna göre decadence kişi kalkıştığı her eylemde başarısızlığa uğrayacaktır. Nietzsche bu kişiye hiçbir şey yapmamayı önerir (Gİ, s.49-50).

Yazının Devamı

Sloganları aşta gel

Sen çürümeye devam et, ben seni yok sayarım

Ben seni yok sayarım, sen çürümeye devam et

Devlet Bahçeli’nin Öcalan çağrısı, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ve PKK’nın kendini feshettiğine dair açıklama… Türk halkı, kendi kaderine doğrudan etki eden böylesine büyük olayları parçalara bölüp sindirme talihinden yoksun. Sanki durursa ölecek olan birisi gibi mütemadiyen koşu halinde. Durmak, anlamak, karar vermek büyük bir lüks. Başına gelene “Neden?” diye soramazsın. Yasak!

Yazının Devamı