Duygusal Bakımdan Güzelliğin Zevkine Varmak
Her etkinliğin bir duygusal yanı vardır. Fakat çoğu zaman bu yan, yalnızca “renk katan bir ayrıntı” olarak görülür. Oysa sanat söz konusu olduğunda durum bambaşkadır: sanatta duygusal unsur, merkezdedir. Sanat, insanın duygusal kapasitesinin kendisiyle var olur.
Mantık ya da etik gibi alanlarda hazcılık yetersiz bir yaklaşım olarak kabul edilir. Ancak sanat felsefesinde bu durum değişir. Çünkü güzellik, yalnızca nesnelerde bulunan bir nitelik değildir; zihnimizin kurduğu, duyguların renklendirdiği bir deneyimdir. Güzellik, bir nesnenin “nasıl göründüğü”nden çok, o nesneyle yaşadığımız içsel temasın rengidir.
Düşünce, bir nesneyi parçalara ayırarak anlamaya çalışır; akıl, birbiriyle ilişkili sistemler kurar. Oysa hayal gücü öyle işlemez. Hayal gücü, bütünün sezgisel bir kaynaşmasıdır. Bir tabloya, bir müziğe ya da bir cümleye baktığımızda onu parça parça çözümlemeyiz; onu bir anda, bir bütün olarak hissederiz. Bu his, analitik düşüncenin değil, sezgisel bütünlüğün eseridir.
Bu nedenle bir sanat eserini “parçalayarak” anlamaya çalışmak, onun özünü kaçırmaktır. Çünkü estetik bakışta, her parça geri kalanla kaynaşır. Bir çizgi, bir nota ya da bir kelime, tek başına değil, bütünün yankısı içinde anlam kazanır.
Sanatın yaratıcı etkinliği, bu yüzden alışılmışın dışında bir sentezdir: içinde kuram vardır, çünkü düşünmeyi gerektirir; pratik vardır, çünkü eyleme dökülür; ve en önemlisi, duygu vardır, çünkü tümünü birbirine bağlayan odur.
Sanatın özü belki de tam burada gizlidir: Duygu, düşünce ve eylemin birbirine dokunduğu o nadir anda.