Sanatın İlkelliği
Sanatı düşünürken çoğu zaman onu “yüksek” bir etkinlik, bir tür ruhani aristokrasi olarak görme eğilimindeyiz. Özellikle 19. yüzyılda yaygınlaşan bu anlayış, sanatçıyı toplumun geri kalanından farklı, neredeyse erişilmez bir konuma yerleştirdi. Sanat, sağduyunun, bilimin veya dinin sıradan kavrayışından üstün, özel bir bilinç biçimi olarak yüceltildi. Bu bakış açısı, sanatçının da kendini bir tür ruhsal seçkin ilan etmesine epeyce zemin hazırladı.
Oysa sanat, bu türden bir “üstünlük makamı” değil. Tam tersine, zihnin en temel işleyiş biçimidir. Bilim de, felsefe de, din de köklerini sanatta bulur. Sanat, onların ilkel bir hali değildir; onlar sanattan türemiş, sanatın toprağında filizlenmiş yapılardır. Yani sanat, insan zihninin asli ve doğrudan faaliyeti olarak kavranmalıdır.
Hayal gücü burada kilit rol oynar. Önce hayal ederiz; sonra sorgular, eleştirir ve kavrarız. Nesneyi bilmek, onun gerçekte ne olduğunu kavramak, zaten hayal gücünün önceden işlemiş olmasını gerektirir. Dolayısıyla sanat, kavrayışın üzerinde bir süs değil, kavrayışın önkoşuludur.
Estetizmin yanılgısı ise tam da burada gizli: Sanatın zor kazanılır bir bilinç biçimi olduğu düşüncesi, onun “yüksek” bir etkinlik olduğuna dair yanılsama yaratıyor. Oysa yaratıcı ya da estetik bakışı elde etmek için verilen çaba, aslında daha sade ve doğrudan bir düşünme biçimine geri dönme çabasıdır. Bir başka yanılgı da, sanat türleri arasındaki ayrımı sanat ile diğer etkinlikler arasındaki ayrımla karıştırmaktır. Büyük eserler üzerinden yola çıkıldığında, sanat yalnızca Dante ya da Michelangelo gibi dehaların elinden çıkabilecek, aristokratik bir uğraş gibi görünür.
Sanatı bu ayrıcalıklı konumdan kurtarmak gerekir. Çünkü sanat, ne bir lüks ne de yalnızca seçkinlerin ayrıcalığıdır. Sanat, her insanın zihninde işleyen en temel yetidir. Hepimiz, önce hayal ederek dünyaya bakar, sonra kavrarız. Ve belki de sanatın en büyük “yüceliği”, tam da bu sıradanlığında gizlidir.