Günün içinden: Çocuklar, yaşlılar ve deliler
Hayat çoğu zaman, yanımızdan geçip gidenler ve yanından geçip gittiklerimiz arasında konumlanıyor. Dikkatli ve bakmayı bilen gözler için burada hikâyeler var. Bir çocuğun dilinden dökülen o ham ifadeler, yaşlıların bungun ve çoğu zaman iç çeken bakışları ve delilerin o onulmaz inancı çok fazla şey anlatır. Hiçbir şey söyleme çabası olmadığı için tüm zamanların ötesine geçer anlatıları. Bu üç insanlık durumu, insanı gösteren birer pusuladır benim için. Gerçeğin kalbi burada atar ve yaşatanın ne olduğu vazedilir: Her şey bir oyun.
ÇOCUKLAR
En acemi olanlarımız; çocuklar, ustadırlar bu oyunda. Hem oynamakta hem de bir oyun kurmakta. Onlarınki yeniden bakmak değil her gün yeni gözlerle bakmak hayata. Yitirdiklerimizin en başında bu gelir. Alışmak denen nasır soğutur kanımızı. Uyanmakla aynaya bakmak aynı şey oluverir.
Çocuk, gerçeğin rüyasını görür ve orada yaşar. Hepimizin durup anımsadığı tat budur işte. Her şey yeni ve macera dolu. Dünya keşfe açık. Ve en önemlisi belki, hiçbir anlam verme çabası olmadığı için her şeyin kusursuz bir anlamı vardır. Çocuk için yalnızca an vardır ve başka hiçbir şey yoktur. Çocukluğumuzu düşündüğümüzde günlerin uzaması bundandır.
Gerçek bir aldanış gerçek bir neşenin anahtarını verir çocuğa. Çünkü yalnızca aldananlar gülebilir. Aldanmak mümkünse umut var demektir. Çocukları seyretmenin büyüsü de budur. Kahkahalarındaki sonrasızlık inşa eder yarınını. Ve yarın kim bilir neler getirir yeni acıların sahiplerine.
YAŞLILAR
Yaşlıyı yaşlı yapan zamanın öteki yüzünde çocuk oluşudur. “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor” dediği Edip Cansever’in. Tek gerçek varlık olan zaman yitirilmiş ve uzunca bir süredir yeni hiçbir şey yoktur. An, çoktan eskimiş bir anlamdır yaşlı için. Görmüş, aldanmış ve büyü bozulmuştur çoktan. Bundandır ki yaşlılık, özlem ve hınçtır çoğu zaman. Çocuğa ve gence karşı gizli bir öfke büyütürler içlerinde. Kırılganlıklarının sebebi ise hayatın telafi edilemez oluşunu anlamış olmalarından kaynaklanır. Beden miadını doldurmuş ancak istek civan bir delikanlıdır hâlâ.
Hayat, doğmuş olan şey için bilkuvve olarak yitirilmiştir ancak yaşlılık bilfiil olarak idrak edilmiştir. Sürekli, geçmişin sesiyle konuşurlar. -Saçma fakat yaşlı insanların siyah-beyaz gördüklerini düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi- Hep bir anıyı canlandırma isteği görürsünüz yaşlılarda. Çünkü mümkünlerin yitimi hayatı felç eder. Yeninin imkânı kalmamıştır artık. İşte özlem ve hıncı doğuran hasar buradan alınmıştır.
Özlem duygusunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Ancak hınçtan, hayatı yücelterek kurtulabiliriz. Umalım da hınç denen felaket bulmasın bizi. Bir kere uyandıysa hiçbir sevgi üstesinden gelemez onun.
DELİLER
Deli, çocuk olmadı. Genç olmadı ve yaşlanmadı hiçbir zaman. Bir deli gördüğümüzde hiç düşünmeyiz onun da bir zamanlar çocuk olduğunu ve belki yaşlanacağını. ‘Çocuk deli’, ‘yaşlı deli’ diye bir kategori yoktur dilimizde. Deli, tek başına bir yeri doldurur. Ve bulunduğu yerde tüm dünyanın karşısında, deli vardır tek başına. Vahşi ve uysal, yorgun ve dingin, acımasız ve merhametli... Tüm karşıtların hercümerç olduğu bir hikâye onunkisi.
Zamansız bir yerde durur. Çünkü geçmiş tanıklık ister, an ise idrak. Bu ikisi olmaksızın ise gelecek düşünülemez. Bu sebepledir ki tecrübesi yoktur delinin. Tuhaf, bir derinlik sinmiştir gözlerine. Sanki ardında bir yerde dilsiz bir çocuk çöküp kalmıştır. Ancak mantık dışı tüm şeyler gibi doğanın öz evlatlarıdır onlar. Konuştuklarında doğanın diliyle konuşurlar. Andrei Tarkovsy’nin Nostalgia filmindeki meşhur sahne bu gerçeği bir delinin ağzından haykırır:
“Sadece doğaya bak ve hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin. Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz suları kirletmeden. Deli bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa ne biçim bir dünyadır burası!”
Bir gün sohbet ettiğim bir deli de bana; “Hayattayız ve yaşamak zorundayız. Korkma bu kadar” demişti. Bunu hiç unutmuyorum.
Yazık!