Tahir Büyükakın'ın bazı sırları... İşte öğrendiğim her şey!
“Bir ben vardır bende, benden içeru…” -Yunus Emre
“Neye niyet neye kısmet” diye bir deyim var zengin Türkçemizde. Bazen söylenen bir atasözünün ya da kalıplaşmış bir deyimin nasıl bir tecrübeyle doğduğunu anladığınız hadiseler yaşarsınız. Geçen hafta Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Büyükakın’a oldukça resmi ve yüzeysel bir ziyaret gerçekleştirecektik. Muhtemelen 10-15 dakika sürmesi beklenen bir görüşmeydi fakat öyle olmadı. İçeride sanırım 40 dakikaya yakın kaldık… İçeriden çıkarken “neye niyet neye kısmet” dedim.
İÇ DÜNYANIN ÖNEMİ
Gazeteci olarak yöneticilerle karşılaştığımızda titizleniriz, hiçbir detayı gözden kaçırmak istemeyiz çünkü kamusal kimlikleri olan yöneticiler-nedenini bilmem- insan olduklarına dair pek fazla detay vermek istemezler. Halbuki ben hangi kitapları okur, hangi filmleri izlerler, yaşamı nasıl doldururlar; hasılı rafine biriyle mi karşı karşıyayım, yoksa içi dolu bir maketle mi bilmek isterim. Eğer karşımdakiyle ilişki kurabilir, maket olmadığına kanaat getirirsem, belki de yapacağı bir yanlışı çok daha kolay kabullenebilirim. Tabi ama kamusal kimliği ve dili aşmak zordur, yalnızken bile kamusallığını unutamaz çoğu siyasetçi. Gerçek aksidir aslında, hepsini bir iç dünyası vardır fakat ne zaman nasıl açılacağını bilemeyiz. Oğuz Atay okumasaydım bilemezdim, iç dünya bir ‘dünyaysa’, Atay onun Türkçedeki mimarıdır, öneririm… Neyse işimize dönelim.
İKİ ANAHTAR KAVRAM: TASAVVUF VE SOSYOLOJİ
Bu yazıyı hemen yazmadım, bazen karşımdakiyle ilgili fikirlerim demlensin isterim. Dem önemlidir, her şey yerli yerine oturursa isabet artar, uçarılıklar gider, nefis biraz daha geri plana çekilir; yerini akıl ve soğukkanlılık alır. Tahir Büyükakın’la sohbetimizde iki anahtar kavram var, ilki tasavvuf/tefekkür, ikincisi ise sosyoloji. Açıkçası doğrudan bir röportaj için gitsek kendini bu kadar açar mıydı? Bilmiyorum, biraz bakındım kendini, özellikle de içini, iç dünyasını dışarıya açtığı bir röportajla karşılaşmadım. Böylece bir eksikliği de tespit etmiş oluyorum, Büyükakın eğer bir gün benimle hemfikir olursa onunla bu röportaja hazırım!
TASAVVUF
Büyükakın’la siyaset, kavga, gürültü diye konuşurken birden şöyle dedi, “Tasavvuf ve tefekkür benim için önemli. İnsan ölümü unutuyor, ölümü unutmamalı. Her şey geçici.” Bunları söylerken yanlış görmediysem masasında bir tespih duruyordu. Büyükakın böyle söyleyince biraz düşünüp şöyle söyledim, “Başkanım haddimi aşmayacaksam, tasavvuf ve belediye başkanlığı uyumsuz değil mi? Birisi tamamen ölümün hatırlanması, hiçlik… Diğeri ise binlerce insanın kaderi, ihaleler, para yani her şeyin en rasyonel, gerçek ve madde olduğu nokta…” Başkan bunun bir çelişki olmadığını, tasavvufun ve ölümü bilmenin, düşünmenin işini yaparken kararları üzerindeki etkisinden bahsetti. Mesela dedi, “Bir işe karar verir ve yaparken, birisi görse ve duysa bundan utanır mıydım? Diye sorarım kendime” Sonra ekledi, “Bu yüzden Kocaeli halkına hiçbir zaman yalan söylemedim.” Açıkçası ben tasavvufla ilgilenen bir belediye başkanını garipsemiyorum çünkü insan ruhu melez bir varlıktır, onda her şey barınır. Lakin asıl soru şu, Tahir Büyükakın neden tasavvufa ihtiyaç duyuyor? Zor soru bu. Tasavvuf Allah’ı devamlı hatırlamanın, iyi huyu ve ahlakı önerdiğine göre Büyükakın’ın görev yaptığı makamda en büyük korkusu bunları kaybetmek olduğu söylenebilir. Güç ve makam yalnızlaştırıcıdır, üstelik insanı dönüştürebilir. Büyükakın belli ki kendine bir hatırlatıcı kuruyor: tasavvuf ve tefekkür. Görev başında, masada önemli kararları verirken dahi ölümü hatırlamak, Allah tarafından izlendiğini bilmek ve en nihayetinde her şeyi geçiciliği; dayanma, rahatlama, sabır, hafifleme… Bunlar ancak iç dünyasını keşfetmiş birisinin erişebileceği duygular… Bir belediye başkanı için hem iyi hem de kötü bir şey bu. Kamusallıkla iç dünyası karışırsa ortaya ne çıkar? Çözümü zorlaşan konular…
SOSYOLOJİ
Gelelim sosyolojiye. Tahir Başkan kendini açınca, şöyle sorduğumu hatırlıyorum, “Başkanım siz akademisyensiniz, valilik yaptınız. Entelektüel bir tarafınız olduğuna eminim fakat milyonlarca insanın onayını almak zorunda kalmanız sizde bir gerilim yaratmıyor mu?” Başkan, düşündü ve yanıtladı, “Başlarda hakikaten böyle bir durum oluyordu. Konuşurken muhataplarıma bürokrat ve akademisyen kimliğimle yanıt veriyordum ve farkında değildim… Zorlanıyordum fakat sonra anladım ki sadeleşmek ve basitleşmek şart. Sosyoloji bu…” Burada iki konu var, demek ki Büyükakın hakikaten siyasetin ilk zamanlarında oldukça fazla zorlanmış. O dönemlerinde bir kimlik ve dil karmaşası yaşamış. Bu keşfetmesi ve düzeltmesi gereken bir sorun olmuş… Ben ne görüyorum? Büyükakın için bu durum iki ucu keskin bir bıçak. Hoca sıfatı ve sakin duruşu kendi kitlesini değil, en çok ona muhalif olanları etkiliyor. Ona oy vermeyenleri yumuşatan tarafı bu, akademisyen ve bürokrat kimliği rıza üretiyor, meşruiyetini artırıyor. Eldeki sosyoloji bu deyip, hocalığını bir kenara bırakıp ‘klasik’ bir siyasetçi oldukça kendi kitlesi onu kucaklıyor fakat bu kez de muhaliflerin rızasını almayı, onların onayını kaybediyor. Son zamanlarda Büyükakın ilkini tercih ediyor, ‘sosyoloji bu’ deyişi bundan. Oyunu kurallarına göre oynuyor…
Büyükakın kamusal kimliğini bir süre bırakıp, perdesini biraz aralayınca ben bunları gördüm, “içeru” girdim de diyebiliriz tabii… Ama yine de Yunus’la değil, Asaf Hâlet Çelebi’yle bitirelim:
“Bakanlar bana
gövdemi görürler,
Ben başka yerdeyim”.
Not: Görüşme bir röportaj olmadığı için, tamamen aklımda kalanları yazdım… Ben böyle gördüm diyebilirim e haliyle tüm hatalar da bana aittir.