Ah Şu Enflasyon (2)

Bir önceki yazımızda, enflasyonla ilgili birçok soru sormuş, ancak bu soruların yanıtlarını vermemiştik. Soru sormak, aradığınız şeyi bilmekle ilgilidir. Bulmanın ilk şartı ise neyi aradığınızı bilmektir. Sorduğumuz sorulara, aklımızı ve gözlemlerimizi kullanarak cevap ararız. Bu yöntemin, insanlık tarihinde sistematik olarak ilk kez Sokrates tarafından kullanıldığı kabul edilir. Felsefe, yani tüm bilimlerin atası, soru sormakla başlar; “doğru bildiğimiz şeyler gerçekten doğru mu?” arayışında ilk eşik sorularla aşılır.

Sokrates, öğrencisi Platon’un (Arapçada “P” harfi bulunmadığı için, Platon Doğu dünyasında Eflatun adıyla bilinir.) anlattığına göre sorduğu sorular, Atina’nın huzur ve güvenini bozduğu için ölümle cezalandırılmış, ama baldıran zehrini içerken, sorduğu sorulara bulduğu cevaplar yüzünden mi bilinmez metanetle ölümü karşılamış, insanlığı da efsane bir savunma bırakmıştır.(Okumamışlara, Sokrates’in savunmasını bir okuyun derim.)

Felsefe, akıl ve gözleme dayanarak “doğru bildiğimiz şeyler gerçekten doğru mu?” sorusunu merkeze almış ve tüm olayları ile konuları kapsayan bir alan olmuştur. Zamanla fizik, kimya ve biyoloji gibi doğa bilimler daha önce; iktisat, sosyoloji ve psikoloji gibi sosyal bilimler ise daha sonra felsefenin yatağından koparak bağımsız disiplinler haline gelmiştir. Akıl ve gözlemin her zaman yeterli olmayacağı görüşüyle bu bilimlerin her biri kendi metodolojisini geliştirmiştir.

İktisatta, on sekizinci yüzyılda bir sosyal bilim olarak telaffuz edilmeye başlanmış ve zamanla kendi metodolojisini geliştirmiştir. Bu metodoloji; tarih, istatistik ve teoriden oluşmaktadır. Ancak yanlış anlaşılmasın, soru sorma her zaman vardır. Fakat bu sorulara cevap aranırken yalnızca akıl ve gözlem her zaman yeterli değildir.

Bu kısa (ya da belki de uzun) açıklamadan sonra, bir önceki yazımızda enflasyonun gerçekten anlatıldığı kadar ya da bizim inandığımız kadar kötü olup olmadığını; eğer gerçekten bu kadar kötüyse ve bir doğal afet de değilse, buna neden izin verildiğini sormuştuk.

Enflasyon, fiyatlar genel düzeyinin sürekli olarak yükselmesi olup, çoğu durumda bilinçli bir tercihin sonucu olarak ortaya çıkar. Ekonomik büyümeyi önceleyen hükümetler; borç krizlerini önlemek, altyapı yatırımlarına kaynak bulmak ya da ekonomik canlanmayı desteklemek amacıyla belirli dönemlerde enflasyona yol açan politikalar uygulayabilir. Şöyle düşünün: Bir ev almak ya da iş kurmak için bankadan, piyasa koşullarında oluşan faizin altında bir faiz oranıyla kredi kullandınız. Düşük faiz oranı, bankaların daha fazla kredi vermesi anlamına gelir; bu da piyasada paranın bollaşmasına ve sonuç olarak enflasyon oranının artmasına yol açar. Aldığınız ev ya da kurduğunuz iş yerine ödeyeceğiniz kredi tutarı-yani borcunuz- artan enflasyon oranı kadar düşmüştür. Enflasyon size finansman desteği sağlamıştır.

Kamu için de durum bundan farklı değildir. Kamunun Türk Lirası olarak borçlandığı tutar, enflasyon artış oranında azalmıştır.

Enflasyon, bu finansman desteğini nasıl yapar? Ne pahasına yapar? Lafı uzatmadan söylemek gerekirse gelir dağılımını bozarak. Şimdi düşünmeye devam edelim. Bankada mevduatta ya da nakit olarak elinizde paranız olsun. Enflasyon artığında, vadeli mevduatta olan paranıza aldığınız faiz oranından daha yüksek gerçekleşen enflasyon oranı arasında ki fark kadar, vadesiz ya da nakit olarak tuttuğunuz paranız da enflasyon oranında değer kaybeder. Ama en kötüsü; eğer ücretli olarak çalışıyorsanız, fiyat artışlarına hemen tepki veremeyecek, bir sonraki sözleşmenize kadar emeğiniz reel olarak değer kaybedecektir. Yani bu guruptakilerden, kredi kullananlara ve kamuya bir kaynak transferi gerçekleşecektir.

Gelişmekte olan ekonomilerin en büyük sorunlardan biri, kaynak yani finansman sorunudur. Kaynak bulma sorunu dönemsel olarak bazen daha zor hale gelir. Bu döngülerde, hükümetler gelir dağılımının bozulması pahasına enflasyona neden olacak uygulamalar devreye sokabilir. Burada bir başka soru akla geliyor, o zaman hükümetler yükselen enflasyondan sonra enflasyonu neden düşürmeye çalışıyorlar? Yükselen enflasyon, bireylerin ve kurumların birikimlerini ulusal para cinsinden varlıklara yatırmalarına engel olur. Bu da enflasyonun artmasından beklenen faydayı vermez. Bu oyunun tekrar oynanabilmesi için varlıkların tekrar ulusal para cinsine dönmesi gerekir.

Enflasyonun bir finansman türü olarak kullanılması, hemen hemen tüm gelişmekte olan ekonomilerde ve nadiren de olsa gelişmiş ekonomilerde görülür. Asıl sorun, enflasyonun finansman aracı olarak kullanılması değil; neyi finanse ettiğidir. Eğer enflasyon, yatırımları ve verimliliği artıran alanlardaki işletmeleri finanse etmekte, onların üretkenliğini ve verimliliğini yükseltmekte kullanılıyorsa, gelecekteki daha iyi günler uğruna gelir dağılımındaki geçici bozulmaya katlanılabilir.

Enflasyon yoluyla finanse edilen sektörler rekabet gücü kazandıkça ve ürünlerinin kalitesi sayesinde dünya piyasalarında fiyat belirleyici hale geldikçe, enflasyon yoluyla finansmana duyulan ihtiyaç da ortadan kalkacaktır.

Ülkemiz özelinde bakıldığında, bu enflasyon amaçlanan hedefe ne ölçüde hizmet etmiştir? Başka bir ifadeyle, enflasyonla büyüme tercih edilmeseydi bugün büyüme ve gelir dağılımı nasıl bir seyir izlerdi?

Enflasyonla büyümenin bir sınırı olduğu gibi sorulara felsefe yaparak cevap vermenin de bir sınırı vardır. Soruya, felsefe yaparak cevap veremediğinizde artık o sınıra ulaşmışsınız demektir. Yukarıda ki sorunun istatistiksel ve matematiksel modeller kullanılarak cevaplanması gerekir. Yani bundan sonra bilim başlamaktadır. Ama burası bunun için yetersiz bir alandır. (Oynamayı bilmeyen gelin yerim dar dermiş.)

SON DAKİKA HABERLERİ

Bilal Kavalcı Diğer Yazıları