Dr. Hakan Çolak

Dr. Hakan Çolak

Geleceğin meslekleri, kaybolan hayaller ve yorulan sistem: Yapay zekâ çağında bir yanılsamanın çöküşü

Son haftalarda sosyal medyada tuhaf bir senfoni çalıyor.

Bir yanda Microsoft’un üst düzey yöneticileri, birkaç yıl içinde yapay zekâ asistanlarının komut beklemeden hayatımızdaki görevleri üstleneceğini anlatıyor. Yeni bir hayat, yeni bir ekonomi…

Diğer yanda Nvidia CEO’su Jensen Huang, “Geleceğin milyonerleri elektrik ve tesisat ustaları olacak” diye sesleniyor sahneden. Kod yazmak artık kutsal bir beceri değil; çünkü dijital dünyanın bile ayakta kalması, fiziksel dünyayı toparlayan insanlara bağlı.

Yazının Devamı

Tuğladan Çok Daha Fazlası

Şehir Mimarisi Zihnimizi Nasıl Şekillendiriyor?

“Şehirler yalnızca yaşadığımız değil, hissettiğimiz

yerlerdir.”

Yazının Devamı

Tabela Terörü: Kentlerin görsel hafızasını kim öldürdü?

Bir kente girdiğinizde sizi karşılayan ilk şey ne olmalı? Tarihi dokunun dinginliği, gökyüzüne uzanan bir siluet, düzenli sokaklar, estetik bir ahenk… Bizde ise çoğu zaman ilk göze çarpan şey; devasa tabelalar, çığlık atan neon ışıkları ve birbirini bastırmaya çalışan düzensiz panolar oluyor. Şehirlerimiz, sanki kimliklerini unutmuş; her köşesi bir başka işletmenin bağıran yazılarıyla kaplanmış. Bir zamanlar taş duvarların, ahşap kepenklerin, kemerli pencerelerin olduğu yerde bugün rengârenk plastik levhalar var. İnsan bazen, bir şehirde değil de dev bir reklam panosunun içinde yaşıyor hissine kapılıyor.

Sorun yalnızca estetik değil. Tarihi bir yapının üzerine iliştirilmiş ucuz bir tabela, sadece gözü rahatsız etmiyor; aynı zamanda kolektif hafızamızı da bozuyor. Çünkü kent dediğimiz şey yalnızca binalardan ibaret değil; geçmişin, kültürün, hafızanın bir yansıması. O hafızanın üzerine yapıştırılmış her tabela, aslında birer tahribattır.

Avrupa’da, Asya’da, dünyanın pek çok kentinde tabela kullanımı sıkı kurallara bağlı. Paris’te Champs-Élysées boyunca yürürken görürsünüz: mağazalar tabelalarıyla değil, vitrinleriyle kendini anlatır. Viyana’da ya da Prag’da tarihi binaların cephesine gelişigüzel tabela çakmak kimsenin aklından geçmez. Çünkü orada kent estetiği, bireysel hırsların üstünde bir değer olarak kabul edilir. Bizde ise tam tersi: “Kim daha çok bağırırsa, kim daha çok ışık saçarsa o kazanır.” Ve olan şehrin kimliğine, yaşayanların huzuruna olur.

Yazının Devamı

Oğlunu Eş Gibi Seven Anneler: Jocasta Sendromu ve Duygusal Ensest Üzerine

Bazı sevgiler büyütmez, boğar. Özellikle anneliğin kutsanıp sınırsızlaştığı toplumlarda, duygusal boşluklar oğulların üzerinden telafi edilmeye çalışıldığında ortaya çıkan ilişki biçimi sağlıklı değildir. Adı var: Jocasta Sendromu.

Bir Annenin Sevgisi Nerede Biter?

Toplum olarak annelik sevgisini kutsallaştırırız. Ancak bu sevgi, bazen sınırları aştığında başka bir şey olur: boğucu, kıskanç, sahiplenici bir bağlılığa dönüşür. Özellikle eşinden duygusal ya da cinsel tatmin alamayan kadın, bilinçdışı düzeyde oğlunu eş yerine koymaya başlar. Bu, sadece psikolojik bir travma değil, aynı zamanda toplumsal bir norm hâline gelmiş durumda.

Yazının Devamı

Saçmalığın imparatorluğu: TikTok ve boşluğun yüceltilmesi

Dijital çağda yeni bir imparatorluk kuruldu: saçmalığın imparatorluğu. Tahtına kimin oturduğu belli: anlamsızca dans edenler, sahte kahkahalarla bağıranlar, sürekli ekran karşısında boş gözlerle bakarak izlenme peşinde koşanlar. Bu tahtı sağlamlaştıran ise milyonlarca “like”, sonsuz scroll ve ekran başında geçirilen saatler.

Bir zamanlar insan zekâsı; sanatla, bilimle, fikirle alkışlanırdı. Şimdi ise algoritmaların ışığında büyüyen bir gösteri dünyasında, abartılı hareketler ve yüzeysel şovlar toplumsal gündemi belirliyor. Yaratıcılık, üretim ve emek arka plana itilirken, faydasızlık altın çağını yaşıyor.

TikTok gibi platformlarda bilgi, derinlik, düşünce görünmez kılınıyor. Çünkü kolay tüketilen içerik, derin içerikten daha hızlı ödüllendiriliyor. “Düşünmeye gerek yok, sadece dikkat çek” mottosu, kısa sürede milyonların bilinçaltına yerleşiyor. Böylece toplum, hızlı ve faydasız olanı ödüllendirmeyi öğreniyor.

Yazının Devamı

Hayatın iki günü

“Hayatınızdaki en önemli iki gün; doğduğunuz gün ve neden doğduğunuzu anladığınız gündür.” — Mark Twain

Bazı cümleler vardır ki, insanın içinde yankılandığında bir daha susmaz. Sözcüklerin sınırlarını aşar, insanı kendi varlığıyla yüzleşmeye davet eder. Bu söz de öyle… Çünkü doğmak yalnızca biyolojik bir gerçeklik değil; insanın hikâyesinin ilk satırıdır. Ama her hikâye gibi, asıl değerini neyi anlattığı ve hangi soruya cevap verdiği belirler.

Doğduğumuz gün, bize verilmiş ilk ve en somut armağandır: Zaman. Henüz hiçbir şey bilmeyiz; dünyanın renkleri, kuralları, acıları ve güzellikleri bize tamamen yabancıdır. Bir bebek çığlığıyla açılır perde; sahnede rolümüzün ne olduğunu bilmeden yerimizi alırız. Zaman ilerledikçe bu armağan hem değer kazanır hem de eksilir. Takvim yaprakları sessizce düşerken çocukluğun masumiyetinden gençliğin telaşına, oradan da olgunluğun derin farkındalığına yürürüz. Ama bu ilk gün, yalnızca yaşamın ham maddesini sunar. Onu işlemezsek, hayat su gibi akıp gider ve bir daha geri gelmez.

Yazının Devamı

Sosyal medya illüzyonu: Vitrindeki hayatlar, gerçeklerin gölgesi

Sosyal medya, 21. yüzyıl insanının hayatını sergilediği en büyük sahne haline geldi. Bu sahnenin enparlak köşesi kuşkusuz İnstagram. Orada herkes mutlu, herkes başarılı, herkes hayatını dolu doluyaşıyor gibi görünüyor. Yazlık evlerden paylaşılan gün batımı fotoğrafları, yeni alınmış arabalarındireksiyon başı pozları, lüks restoranlarda çekilen sofralar… Sanki bütün bir toplum, sınırsız refahve mutluluk içinde yaşıyormuş gibi.

Ama bu görüntü, gerçeğin kendisi değil. Aslında Instagram, bir vitrin. Vitrinde gördüklerimiz,çoğunlukla seçilmiş, filtrelenmiş ve parlatılmış karelerden ibaret. Fransız düşünür Guy Debord’unGösteri Toplumu kavramı burada bütün açıklığıyla karşımıza çıkıyor: Hayatın kendisi değil, onuncilalanmış temsili öne çıkıyor. Bir bakıma mutluluk da, başarı da, zenginlik de bir “gösteri”yedönüşüyor.

Seçicilik ve Sosyal Baskı

Yazının Devamı