Gazze’de Barış Arayışı: Ateşkesin Ötesinde Kalıcı Adalet
Gazze, uzun yıllardır insanlık vicdanında kanayan bir yara olarak varlığını sürdürüyor. Her yeni çatışma, sadece fiziksel bir yıkım değil; aynı zamanda uluslararası hukukun, insan haklarının ve küresel barışın sınavı haline geliyor. Bugün geldiğimiz noktada, Gazze için yalnızca bir ateşkes değil, kalıcı ve adil bir barış düzeni gerekliliği artık tartışmasız bir gerçek. Çünkü barış, yalnızca silahların susması değil; adaletin, hakkaniyetin ve insani onurun yeniden tesis edilmesidir.
Gazze’deki mevcut durum, başta Cenevre Sözleşmeleri, Birleşmiş Milletler Şartı ve uluslararası insancıl hukuk açısından çok sayıda ihlali içinde barındırmaktadır. Sivillerin hedef alınması, zorunlu göçler, temel ihtiyaçlara erişimin engellenmesi ve sağlık altyapısının çökertilmesi; sadece savaş hukuku bakımından değil, insanlığın ortak vicdanı bakımından da kabul edilemez niteliktedir.
Bir ateşkes, tarafları geçici olarak susturabilir; ancak adaletin sağlanmadığı, ihlallerin cezalandırılmadığı bir zeminde kalıcı barış mümkün değildir. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yetkisi, BM İnsan Hakları Konseyi raporları ve uluslararası tahkim mekanizmaları devreye alınmadıkça; Gazze’de yaşananlar sadece yeni döngüler hâlinde tekrar edecektir.
Gazze bugün sadece bir coğrafya değil, insanlık onurunun sınandığı bir aynadır. Açlık, yoksulluk, temiz suya ve elektriğe erişim eksikliği; uluslararası toplumun gözleri önünde sürmektedir. Oysa Cenevre Sözleşmeleri’nin 3. maddesi açıkça belirtir: savaşın hiçbir tarafı, sivillerin temel haklarını ihlal edemez.
Barış, yalnızca savaşın sona ermesi değil; çocukların yeniden okula gidebilmesi, annelerin güven içinde yaşayabilmesi, hastanelerin bombalanmadığı bir sabahın mümkün olmasıdır. Kalıcı barış, ancak adaletin tesis edilmesiyle mümkündür. Çünkü adaletin olmadığı yerde, ateşkes sadece geçici bir sessizlikten ibarettir.
Gazze’deki gelişmeler yalnızca bölgesel dengeleri değil, uluslararası toplumun adalet anlayışını da sorgulatmaktadır. Son dönemde dünyanın dört bir yanında yükselen vicdani sesler, sivil inisiyatiflerin gücünü bir kez daha göstermiştir. Bu bağlamda Sumud Filosu, hukuka ve insanlığa dair sessiz kalmayan vicdanların ortak sembolü hâline gelmiştir.
Sumud Filosu’nun girişimi, yalnızca insani yardım taşımakla kalmamış; aynı zamanda uluslararası toplumun vicdani sorumluluğunu hatırlatan güçlü bir mesaj niteliği taşımıştır. Bu tür sivil çabalar, devletler arası diplomasiye yön veren, uluslararası kamuoyunu harekete geçiren itici bir güç oluşturmuştur.
Türkiye, hem tarihî mirası hem de insani diplomasi anlayışıyla, bu sürecin en etkin aktörlerinden biridir. Ankara’nın barışçıl diplomasi vurgusu, arabuluculuk girişimleri ve insani yardım politikaları, ateşkesin kalıcı bir barışa dönüşebilmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
Türkiye’nin diplomatik duruşu, sadece bölgesel değil; küresel adalet arayışının da bir parçasıdır. Çünkü adalet, sadece yargı salonlarında değil; uluslararası ilişkilerde, diplomaside ve vicdanda da yaşamalıdır.
Bugün Gazze’de yankılanan her çığlık, sadece bir halkın değil; insanlığın vicdanına yöneliktir. Kalıcı barış, yalnızca diplomasinin değil, hukukun ve vicdanın ortak eseri olmalıdır.
Türkiye ve sivil toplum kuruluşları, barışın yalnızca bir ideal değil, hukuki ve insani bir zorunluluk olduğunu dünyaya göstermelidir. Çünkü gerçek barış, adaletin hüküm sürdüğü yerde yeşerir. Kalıcı barış da, ancak adaletin ve vicdanın aynı safta buluştuğu gün gerçekleşecektir.