Huzurlu İlçe Başiskele
HUZURLU İLÇE BAŞİSKELE
Bir önceki yazımda sekiz senedir Başiskele’de yaşadığımı ifâde etmiştim. “Başiskele nasıl bir yer?” diye sorulsa ilk söyleyeceğim şey, yaşanabilir huzurlu bir belde olduğu.
Bildiğiniz gibi Kocaeli, “mutlu şehir” olarak târif ediliyor. Bu konuda uluslararası ödül de aldı. Bana göre, mutlu şehir olmaz; huzurlu şehir olur. Bâzı psikiyatristler, sürekli mutlu olma isteğini, tedâvi edilmesi gereken bir hastalık olarak görüyorlar.
Haz ve hız çağı, bize mutlu olmayı dayatıyor. Böyle bir şeyin sürekliliği mümkün olmadığı gibi âdil olması da mümkün değil. Her zaman mutlu olan insan, bencil ve duyarsız olmaya başlar. Bir filmde görmüştüm. Her türlü imkânı temin edilen bir grup insan, deneyin sonunda canavarlaşıyordu.
Mutlu insan, kahkaha atar; huzurlu insan gülümser. Peki, gülümseyen insan mı kahkaha atan insan mı çevreye daha duyarlıdır? Gülümserken çevrenizin farkındasınızdır ama kahkaha atarken olamazsınız. Bundan kahkaha atmaya karşı olduğum gibi bir sonuç çıkarılmamasını ümid ederek devam ediyorum. (Yeri gelmişken İzmit belediyesinin “gülümse” sloganını çok isâbetli bir tercih olarak görüyorum. “Gülümse”, Charlie Chaplin’in, “Modern Zamanlar” filminde, kapitalizmin çarklarında ezilen insanlara verilen mesajdır.)
İnsan, yaşamaya alıştığı yerin değerini tam bilemez. Dışarıdan bir göz, daha iyi anlatır. Meselâ; Yeniköy’e ilk geldiğim zaman hazîranın başıydı ve her yer, buram buram ıhlamur kokuyordu. Zamanla bu kokuya alıştım. Yine seviyorum ama ilk geldiğimdeki gibi çarpmıyor. Büyük şehirlerden misâfirlerim geldiğinde Başiskele’nin nasıl bir hazîne olduğunu yeniden hissediyorum.
Bir muhit düşün ki canınız istediğinde sâhile iniyorsunuz. Bugün sâhil havasında değil misiniz? Yukarıda orman var, baraj var, yayla var. Hele de orman! Buraya geldiğimde dolaştığım bir köyde yaşlı bir amca, “Orman adamı boş çevirmez.” demişti. Ne zaman yukarılara gezmeye çıksam boş dönmüyorum. Bu, mevsimine göre bir avuç böğürtlen olabilir veya bir sepet kuşburnu. Olmadı, bir çoban çeşmesinden doldurduğum bir bidon su olur.
Birkaç yıl evvel İstanbul’dan üç hanım misâfirim geldi. Bahçecik, Yuvacık, Serindere derken akşama kadar arabayla dolaştık. Müsâit yerde durup masamızı sandalyemizi çıkarıp sofra kurduk. Günün sonunda şöyle sordum:
“Dört hanım, dağ bayır gezdik. Bir sürü erkekle karşılaştık. Hiç rahatsız oldunuz mu?” Meğerse onların da dikkatini çekmiş. En ufak bir tedirginlik hissetmemişler. Geçtiğimiz günlerde yine İstanbul’dan misâfirlerim geldi. Geç vakte kalınca yoldan arayıp, “Park yeri var mı? Yollar nasıl?” diye sordular. “Telaşlanmayın!” deyip karşılamaya Yeniköy sapağına yürüdüm. “Bu saatte korkmadan tek başına nasıl yürüdün?” diye şaşırdılar. “Burada bir şey olmaz.” derken ilk geldiğimdeki ürkekliğim aklıma geldi. Köye doğru giderken yüz ifâdelerine yansıyan şaşkınlıkları, dillerine döküldü:
“Burası, ne kadar güzel bir yer! Caddeler geniş. Işıklandırma çok iyi.”
“Evet” dedim. “Buranın belediye hizmetleri de çok iyi. Yüzme havuzu, kaplıcası, her şeyi var.”
Bu kadar çok nimetin olduğu huzurlu bir yerde yaşamak, mârifet değil. Mârifet, kıymetini bilmek ve elinden geldiğince kıymet katmak. Yeniköy’e taşındığımda parklardaki ve yol kenarlarındaki meyve ağaçları dikkatimi çekmişti. Belediyenin diktiğini zannetmiştim. Burayı bilen bir hanım anlattı. Yaşlı bir adam, boş bulduğu her yere meyve fidanı dikmiş. Sürekli dolaşıp sulamış.
İşte huzuru yakalamış bir insan! Öldüyse Allah rahmet eylesin! Yaşıyorsa Allah bereketli huzurlu bir ömür versin! Başiskele’nin mükrim kalpleri, başka yazının konusu inşallah.