Erinç Büyükaşık’tan sarsıcı bir roman: “Kaybolan” – Hatırlamanın Acısı, Susmanın Yankısı
Erinç Büyükaşık’ın Tragedyayı Oynarken, Murat K’nın Çoğul Tarihi başlıklı romanlarının ardından Mimas Yayınevi etiketiyle yayımlanan Kaybolan adlı romanı, sadece anlatılanlarla değil, anlatılmamışlarla da kurulan bir hafıza coğrafyası.
Erinç Büyükaşık’ın Tragedyayı Oynarken, Murat K’nın Çoğul Tarihi başlıklı romanlarının ardından Mimas Yayınevi etiketiyle yayımlanan Kaybolan adlı romanı, sadece anlatılanlarla değil, anlatılmamışlarla da kurulan bir hafıza coğrafyası. Anlatıcının baba evine yaptığı ziyaretle başlayan hikâye, kişisel olanla toplumsal olanın iç içe geçtiği, geçmişin bugünü nasıl şekillendirdiğini gösteren derinlikli bir metne dönüşüyor. Bu yolculuk, yalnızca evin odalarında değil, aynı zamanda belleğin karanlık koridorlarında yapılan bir kazı çalışmasıdır.
Romanın merkezinde, suskunlukla çevrili bir baba, kendini suçlulukla kuşatmış bir anne, sürgün edilmiş anılar ve gölgeli bir çocukluk duruyor. Her fotoğraf, her nesne, her suskunluk bir başka hikâyeye açılıyor. Darbe sabahlarında kitaplarını gömen babalar, askerlerin sorduğu ama kimsenin yanıtlayamadığı isimler, bir daha asla dönmeyen kardeşler… Hepsi bu romanın sessiz kahramanları.
Taşranın çürümeye yüz tutmuş evleri, paslı aynaları ve nemli duvarları birer anlatıcıya dönüşüyor. Roman, mekânları sadece fon olarak kullanmıyor; tam tersine, her odayı, her eşyayı, geçmişin canlı bir tanığı haline getiriyor. Büyükaşık’ın kalemi, sessizliği bir anlatı aracına dönüştürüyor. Konuşulmayan her şey, romanın içinde yankılanan bir çığlığa dönüşüyor.
Kaybolan, bireysel bir iç hesaplaşmanın çok ötesinde, bir toplumun bastırılmış geçmişiyle kuramadığı ilişkilere de ışık tutuyor. 12 Eylül’ün gölgesinde büyüyen bir çocuk, o yılların sadece politik değil, duygusal izlerini de taşıyor. Roman, darbelerle, göçlerle, suskunluklarla şekillenmiş bir ülkenin içe dönük röntgenini çekiyor. Anlatıcının annesiyle, eşiyle, çocuklarıyla ve kendi geçmişiyle kurduğu ilişki, bir kuşağın “taşınmış ama yerleşememiş” ruh halini yansıtıyor.
Büyükaşık’ın dili yalın ama sarsıcı. Her cümlede bir iç sızı var. Roman boyunca bir tür şiirsellik eşlik ediyor anlatıya, fakat bu süslenmiş bir estetik değil; aksine, yaşanmışlığın tortusundan süzülen, sade ama derin bir şiirsellik. Suskun babaların, yorgun annelerin, unutulan çocukların diliyle örülmüş bu anlatı, zaman zaman iç monologlarla, yer yer bilinç akışıyla kesintiye uğrayarak okuru da hikâyenin içine çekiyor.
Roman sadece geçmişe değil, bugüne de bakıyor. Ofis toplantılarında, çocukların ateşinde, ev içi çatışmalarda geçmişin kırıkları sürüyor. Sevim’in sesinde birikmiş yorgunluk, evdeki eşyaların üstünde biriken toz gibi yavaşça romanın ruhuna siniyor. Her karakter bir şeyin yarım kalmış hali: Tamamlanmamış cümleler, açılmamış mektuplar, söylenmemiş özürler.
Kaybolan, kaybolmuş olanın değil, kaybolmaya terk edilmiş olanın romanı. Hatırlamanın yalnızca bir nostalji değil, bir tür direniş olduğunu söyleyen, susmanın da bir dil olduğunu fısıldayan bir metin. Bu roman, yalnızca bir babanın hikâyesi değil; onunla birlikte susmuş, unutmuş, unutmaya zorlanmış herkesin hikâyesi.
Bazı kitaplar geçmişi anlatır; bazıları geçmişin içinde konuşur. Kaybolan, geçmişin içinden konuşan, o sessizliğin yankısını bugünün duvarlarında tekrar tekrar duyuran bir roman. Ve belki de en çok şunu fısıldar: “Anlatılmayan hikâyeler kaybolmaz. Onlar bir gün geri gelir, bir fotoğrafın köşesinde, bir kitabın arasında, bir suskunluğun gölgesinde.”
