Çağla Daşcı’dan dikkat çeken çalışma... "Hayvanları marjinalleştiren anlatılar oldukça yaygın"

Çağla Daşcı ile 'Sokak Hayvanlarının Medyada Ötekileştirici Temsili Üzerine Bir Tematik Analiz' başlıklı çalışması üzerine konuştuk. Daşçı, araştırma ile elde ettiği dikkat çeken sonuçları gazetemiz ile paylaştı.

Çağla Daşcı’dan dikkat çeken çalışma... "Hayvanları marjinalleştiren anlatılar oldukça yaygın"

İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon Sinema Bölümü’nde doktorasını sürdüren lisansüstü araştırmacısı Çağla Daşcı, 'Sokak Hayvanlarının Medyada Ötekileştirici Temsili Üzerine Bir Tematik Analiz' adlı çalışması ile sokak hayvanlarının medyada temsiline yönelik dikkat çeken bulgular elde etti. 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanununun kamuoyunun gündemine gelmesiyle sokak hayvanlarının medyada daha görünür hâle geldiğini ve özellikle ötekileştirme içeren haberlerde belirgin artış yaşandığını fark ettiği belirten Daşcı, dönemi toplumdaki çatışmayı ve kutuplaşmayı tetikleyen bir süreç olarak tanımladı.

Haberlerde korku ve nefret uyandıran fobik ve kriminalize edici dilsel temsillerin öne çıktığını aktaran Daşcı, “Buna ek olarak dilsel küçültme, olumsuzlaştırıcı ifadeler, nesnel görünme iddiası taşıyan sözde betimlemeler ve ‘normali’ onaylayarak hayvanları marjinalleştiren anlatılar oldukça yaygın. Bu dil, hayvanları alt yaşam formu gibi gösteren türcü bir ötekileştirme bakışının medya üzerinden yeniden üretildiğini ortaya koyuyor” ifadelerini kullandı. Daşcı ile gerçekleştirdiğimiz röportajın tamamı şu şekilde:

Öncelikle bu çalışma nasıl doğdu? Makaleyi yazmaya nasıl karar verdiniz?

Bu çalışma İstanbul Üniversitesi’nde sürdürdüğüm doktora programım kapsamında aldığım Medya ve Ötekileştirme Pratikleri dersinin bir çıktısı olarak ortaya çıktı. 2024 yılında hayvan haklarına ilişkin yasal düzenlemenin gündeme gelmesi, toplumda ciddi bir tartışma alanı yarattı. 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanununun kamuoyuna yansıdığı Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında sokak hayvanlarının medyada daha görünür hâle geldiğini ve özellikle ötekileştirme içeren haberlerde belirgin artış yaşandığını fark ettim. Bu yoğunluk yalnızca bir haber artışı değildi, toplumdaki çatışmayı ve kutuplaşmayı tetikleyen anlam üretimlerinin de güçlendiği bir süreçti. Dolayısıyla bu temsiller bilimsel olarak incelenmesi gereken bir çalışma alanıydı. Hem akademik bir gereklilik olarak hem de toplumsal bir ihtiyaca karşılık vermek adına bu çalış

5199 Sayılı Kanun’dan biraz bahseder misiniz? Kanun nasıl bir dönüşüme sebep oldu?

5199 sayılı Kanun, sahipsiz hayvanlara ilişkin mevcut çerçeveyi yeniden düzenlemeyi hedefleyen ve özellikle sahipli ve sahipsiz hayvan ayrımını daha net tanımlayan bir yasa teklifiydi. 12 Temmuz 2024’te TBMM’ye sunulan bu düzenleme, sahipsiz hayvanların bakım evlerine alınması, rehabilite edilmesi ve sahiplendirilinceye kadar bu merkezlerde tutulmasını öngören bir yapı getiriyordu. Ancak teklifin en tartışmalı boyutu, sahipsiz olan, kuduz riski taşıdığı iddia edilen, saldırgan davranış gösteren, tedavi edilemeyen ya da yasaklı ırklar kapsamında değerlendirilen hayvanlara ötenazi uygulanmasına kapı aralayan maddeleriydi.

Yasanın özellikle ötenaziye ilişkin muğlak kriterler içermesi, daha meclise gelmeden kamuoyunda ciddi bir çatışma alanı yarattı. Siyasi aktörlerin açıklamaları, yerel yönetimlerin tutumları ve sivil toplum tepkileri, ülkenin pek çok yerinde protestolarla karşılık buldu. Bir yanda düzenlemenin yaşam hakkını ihlal ettiği ve anayasaya aykırı olduğu yönünde eleştiriler yükselirken, diğer yanda halk sağlığı ve güvenlik gerekçeleriyle düzenlemeyi savunan kesimler vardı.

Bu kutuplaşma, medyadaki temsillerde de doğrudan karşılığını buldu. Haber anlatıları, söylemsel çerçeveler ve seçilen temalar, toplumsal gerilimleri hem yansıttı hem de yeniden üretti. Dolayısıyla yasa değişikliği süreci yalnızca hukuki bir dönüşüm değildi, medya aracılığıyla şekillenen kamuoyu algılarının, politik söylemlerin ve toplumsal duygulanımların kesiştiği çok katmanlı bir alan açtı. Bu nedenle bu sürecin medya dilinde nasıl anlam kazandığını incelemek, toplumsal ve hukuki sonuçları analiz etmek açısından oldukça önemliydi.

Medyada sokak hayvanları çoğunlukla “tehdit”, “güvenlik riski” ya da “sorun” olarak gösterildiğinde, bu dil toplumdaki algıyı nasıl etkiliyor? Bu tür bir temsil, insanların hayvanlara yaklaşımını nasıl etkiliyor?

Yaptığım analiz, sokak hayvanlarının medyada neredeyse tek yönlü ve çok katmanlı bir ötekileştirme diliyle temsil edildiğini gösteriyor. Özellikle sahipsiz köpek, haber söyleminde sistematik biçimde saldırgan, kontrolsüz ve tehdit üreten bir özne olarak yeniden kuruluyor. Yaralanma vakalarından ‘çözülmesi gereken sorun’ çerçevesine, ‘korkulan varlık’ ve ‘insan yaşam alanına ait olmayan varlık’ söylemlerine kadar uzanan geniş bir temsiller dizisi, sokak hayvanlarını toplumsal huzurun önündeki bir engel gibi konumlandırıyor. Bu dil, hayvanları yalnızca fiziksel bir tehdit olarak kodlamıyor, aynı zamanda çocuk psikolojisini bozan, bulaşıcı hastalık taşıyan, aileleri tedirgin eden, hatta kimi haberlerde ölüme yol açan bir risk unsuru gibi sunarak sembolik bir düşmanlaştırma pratiği üretiyor.

Çalışmada elde ettiğim bulgular, bu temsillerin tesadüfi değil, beş farklı ötekileştirme stratejisi üzerinden sistematik biçimde üretildiğini gösteriyor. Haberlerde korku ve nefret uyandıran fobik ve kriminalize edici dilsel temsiller öne çıkıyor. Buna ek olarak dilsel küçültme, olumsuzlaştırıcı ifadeler, nesnel görünme iddiası taşıyan sözde betimlemeler ve ‘normali’ onaylayarak hayvanları marjinalleştiren anlatılar oldukça yaygın. Bu dil, hayvanları alt yaşam formu gibi gösteren türcü bir ötekileştirme bakışının medya üzerinden yeniden üretildiğini ortaya koyuyor.

Daha çarpıcı olan ise şu: Ötekileştirici dil yalnızca hayvanlara yöneltilmiyor, hayvan hakları savunucuları da ‘saldırganlığın sorumlusu’ gibi sunulan kodlarla dehümanize ediyor ve baskın kültürün ideolojik üstünlüğü üzerinden dışlanıyor. Yani medyanın inşa ettiği söylem hem hayvanlara hem de onları savunan insanlara yönelik çok katmanlı bir ötekileştirme mekanizması yaratıyor.

Bu tür bir temsil, toplumdaki algıyı doğrudan şekillendiriyor. Çünkü ‘ısırma’, ‘saldırma’, ‘ölüme yol açma’ gibi tekrar eden kodlamalar korkuyu olağanlaştırıyor, ‘kamu düzeni’, ‘toplum sağlığı’, ‘çocuk güvenliği’ gibi evrensel değerlerle ilişkilendirildiğinde ise bu korku neredeyse tartışılmaz bir hakikat gibi kabul görüyor. Sonuçta medya dili, yalnızca mevcut önyargıları yansıtmakla kalmıyor, onları pekiştiriyor, yeniden üretiyor ve toplumsal düzeyde meşrulaştırıyor. Yani medya, algının pasif bir taşıyıcısı değil, onu aktif biçimde inşa eden belirleyici bir güç hâline geliyor.

Medyada tekrar eden haber dili, zamanla “gerçeklik” olarak kabul edilebiliyor. Sokak hayvanları söz konusu olduğunda medya, toplumsal algıyı mı takip ediyor, yoksa bizzat o algıyı mı inşa ediyor?

Çalışmanın bulguları, medyanın sokak hayvanlarıyla ilgili toplumsal algıyı yalnızca aktaran bir araç olmadığını, tersine o algıyı sürekli yeniden üreten, pekiştiren ve dönüştüren bir aktör olduğunu açık biçimde gösteriyor.

Örneklemde en yüksek sıklıkla karşıma çıkan temalardan biri, sokak hayvanlarının kriminalize edilerek tehlike unsuru olarak sunulmasıydı. Bu temada yer alan yüzlerce kod, korku ve nefret üretmeye elverişli anlatı kalıpları, küçültücü ve olumsuzlayıcı dil stratejileri ve ‘sözde nesnel’ gibi görünen çerçeveler üzerinden kuruluyordu. Bu pratikler, hayvanları saldırgan, kontrolsüz ve toplum düzeni açısından risk oluşturan varlıklar olarak işaretliyor ve tehdidi adeta ‘kanıtlanmış gerçeklik’ gibi sunuyor.

Bu noktada medya, toplumsal korku ve kaygıların bir yansıması olmaktan çıkıp bu duyguları örgütleyen ve belirli politik sonuçlara zemin hazırlayan bir mekanizmaya dönüşüyor. Aynı söylem yaklaşımı, yalnızca hayvanlara değil, hayvan hakları savunucularına yönelik de devreye giriyor. Onları irrasyonel, engelleyici ya da aşırılıkçı bir aktör, hatta kimi zaman ‘terörize eden gruplar’ gibi kodlayan ikincil bir ötekileştirme üretiliyor. Dolayısıyla medya hem algıyı takip eden hem de onu üreten çift yönlü bir güç olarak işliyor. Fakat benim bulgularım, özellikle sokak hayvanları tartışmasında medyanın daha çok ‘inşa eden’ pozisyonda olduğunu gösteriyor. Haberlerdeki dil, toplumsal algının kendisini belirleyen temel etkenlerden biri hâline geliyor.

Haberlerde yalnızca sokak hayvanları değil, hayvan hakları savunucuları da zaman zaman hedef gösterilen ya da “engel” gibi sunulan aktörler olabiliyor. Bu iki yönlü ötekileştirme nasıl işliyor? Bu dil, hem hayvanlara hem onları savunanlara nasıl bir kimlik yüklüyor?

Çalışmamda gördüğüm en kritik bulgulardan biri, ötekileştirmenin yalnızca sokak hayvanlarına yönelmemesi, aynı zamanda hayvan hakları savunucularının da hedefe yerleştirilmesidir. Bu iki yönlü mekanizma şöyle işliyor: Sokak hayvanları doğrudan saldırgan, tehlike üreten ya da kamusal düzeni bozan varlıklar olarak kodlanırken, onları koruyan ve savunan bireyler de dolaylı biçimde bu ‘tehlikenin faili’ gibi sunuluyor. Yani medya, hayvanları kriminalize ederken, aynı anda hayvan hakları savunucularını da irrasyonel, aşırıcı, sorumsuz ya da kamu düzenine aykırı aktörler olarak konumlandırıyor.

Araştırmamda özellikle hayvan hakları savunucularına ve hayvansever olarak tanımlanan bireylere yönelik ‘dehümanizasyon’ ve ‘normalliği onaylayarak marjinalleştirme’ pratiklerinin yoğun biçimde kullanıldığını gördüm. Haberlerde sokak hayvanlarının kamusal alanda bulunması bir tehdit ya da kirlilik unsuru olarak sunuluyor. Bu tehdidin kaynağı ise doğrudan hayvanlar değil, onları besleyen veya koruyan kişiler olarak gösteriliyor. Böylece savunucular, toplum sağlığını riske atan, çevreyi kirleten veya saldırgan davranışları teşvik eden bir grup gibi inşa ediliyor. Bu dil hem hayvanlara hem savunanlara aynı anda kimlik yüklüyor: Hayvanları ‘sorun’ kategorisine hapsediyor, savunanları ise bu sorunun üretenleriymiş gibi konumlandırıyor.

Toplum sağlığı, kamu güvenliği veya çocuk güvenliği gibi evrensel değerler üzerinden kurulan bu söylem, savunucuları normatif yapıya aykırı bir azınlık olarak dışarı itiyor. Böylece hem hayvanların meşruiyeti zayıflatılıyor hem de hak savunucuları kriminalize edilerek kamusal tartışma alanının dışına taşınıyor. Özellikle son dönemdeki yasa teklifleri etrafında oluşan medya dili, hak savunucularını devlet politikalarına karşı duran bir ‘aktivist tehdit’ gibi çerçeveliyor ve bu da ötekileştirmeyi daha sistematik hale getiriyor.

Başlıklar, kullanılan kelimeler ve seçilen görseller; korku, önyargı ve nefret duygusunu besleyebiliyor. Etik habercilik açısından sokak hayvanlarını konu alan haberlerde nasıl bir dil ve çerçeve kullanılmalı? Gazeteciler ötekileştirici dili kırmak için neleri değiştirebilir?

Sokak hayvanları gibi toplumsal hassasiyet taşıyan konularda kullanılan başlıklar, seçilen kelimeler ve görsel tercihler doğrudan kamu duygusunu şekillendiren unsurlar. Bu nedenle etik habercilikte gazetecinin sorumluluğu çok daha ağırdır. Haber, yalnızca bilgi aktaran bir metin değil; aynı zamanda temsil üreten, duygu inşa eden ve toplumsal algıyı yönlendiren bir güçtür. Dolayısıyla kullanılan dil, nesnelliğe dayanmalı. Manipülasyon, abartı ve korku üretimine açık kapı bırakmamalıdır.

Medya, tarihsel olarak sesini duyuramayan özneler için, hayvanlar da dahil olmak üzere yansız ve kapsayıcı bir çerçeve kurmakla yükümlüdür. Çünkü haber metni, fotoğrafı, videosu ve tüm unsurlarıyla bir belge niteliği taşır. Bu belge, gerçeğin yalnızca kendisini değil, gerçeğin nasıl kurgulandığını yansıtır. Bu yüzden gazetecinin attığı her adım hem toplumsal kutuplaşmayı azaltma hem de adil temsili gözetme sorumluluğu taşır.

Temsil, özellikle ‘fark’ söz konusu olduğunda sıradan bir betimleme değildir. Hall’ün işaret ettiği gibi, temsil her zaman ideolojik bir süreçtir ve duyguları harekete geçirir. Hayvanların aşırı olumlu ya da olumsuz sunulması, onların gerçek doğasının anlaşılmasını engellediği gibi, insan–hayvan ilişkilerinde de risk yaratır. Korku, nefret, panik ya da romantikleştirme aynı ölçüde sorunludur çünkü gerçekliği çarpıtır.

Bu nedenle gazetecilerin ötekileştirici dili kırabilmesi için öncelikle şunları yapması gerekiyor:

Başlık ve görsellerde korku üretme stratejisinden uzak durmak, ‘Saldırdı’, ‘tehdit saçtı’, ‘dehşet saçtı’ gibi yüklenmiş ifadeler yerine, somut, doğrulanabilir, bağlama oturtulmuş veriler kullanmak, hayvanları yalnızca saldırı ya da sorun kategorisinde temsil eden kalıplaşmış görsel repertuardan çıkmak, hayvan hakları savunucularını irrasyonel ya da aşırıcı gösteren çerçeveden vazgeçmek ve var olan gerçeği ayna gibi yansıtan, toplumsal duyguyu manipüle etmeyen bir dil benimsemek.

Gazetecilik, kültürel ve entelektüel düzeyi yüksek bir meslektir. Bu nedenle habercinin sağduyusu, etik hassasiyeti ve nesnelllik bilinci toplumsal etki açısından kritik bir önem taşır. Sokak hayvanlarını konu alan haberlerde temel amaç korku üretmek değil, durumu bütün yönleriyle anlamak, kamuoyunu doğru ve adil biçimde bilgilendirmek olmalıdır.

Sokak hayvanları tartışmaları sık sık “güvenlik”, “tehlike”, “toplum huzuru” ve “yerel yönetim politikaları” ekseninde yürütülüyor. Bu çerçeve, hangi toplumsal ve hukuki sonuçları tetikleyebilir ya da meşrulaştırabilir? Yanlış kurulan bir medya dili, sahada pratikte neye dönüşüyor?

Sokak hayvanları tartışmalarının ‘güvenlik’, ‘tehlike’, ‘toplum huzuru’ ve ‘yerel yönetim politikaları’ eksenine sıkıştırılması, aslında türcü bir ötekileştirme hiyerarşisinin medya dili üzerinden yeniden üretilmesine karşılık geliyor. Araştırmamda gördüğüm şey şu: Sokak köpekleri sistematik biçimde saldırgan, kontrolsüz ve kamusal düzeni tehdit eden varlıklar olarak kodlanıyor. ‘Isırma’, ‘tehdit’, ‘ölüme yol açma’, ‘çocuklarda travma’ gibi tekrar eden söylemler, çoğu zaman gerçekleşmiş olaylardan değil, potansiyel risklerden beslenen bir fobik anlatı üretiyor. Yani nesnel haber dili iddiasıyla sunulan içerikler, aslında ajite edilmiş bir korku çerçevesi kuruyor.

Bu çerçeve yalnızca algı üretmiyor, hukuki dönüşümleri meşrulaştıran ideolojik bir zemine dönüşüyor. Sokak hayvanlarının sürekli bir güvenlik tehdidi olarak temsil edilmesi, uyutma ve toplu yok etme gibi radikal uygulamaların ‘zorunlu’, ‘kaçınılmaz’ ve ‘rasyonel’ çözümler olarak sunulmasına kapı aralıyor. Medyanın tehlike söylemini sürekli yeniden üretmesi, Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik yapılmasına yönelik yasa tekliflerine toplumsal rıza üreten bir mekanizma işlevi görüyor.

Sahada bunun karşılığı çok somut: Yerel yönetimler üzerindeki baskı artıyor, hayvanların yaşam hakkı ikincilleştiriliyor, ötekileştirici dil politik bir araç hâline geliyor. Kısacası yanlış kurulan medya dili nötr değildir. Doğrudan hukuki yaptırımı olan, yaşam hakkını etkileyen, toplumsal refleksleri manipüle eden bir güçtür.

Eğer medya dili bir gün sokak hayvanlarını “şehir hayatının doğal öznesi”, “birlikte yaşanılan komşular” veya “kırılgan canlılar” olarak kurmaya başlasa, Türkiye’deki sokak hayvanı politikaları sizce tamamen farklı bir yöne evrilebilir miydi? Yani mesele hayvanlar değil de, onlara baktığımız dilse bizim aslında ıslah etmemiz gereken dilimiz olabilir mi?

Elbette, değişir. Hatta mesele çoğu zaman hayvanların kendisi değil, onlara baktığımız dilin kendisidir. Medya sokak hayvanlarını saldırgan, tehlikeli ya da ‘çözülmesi gereken sorun’ olarak sunmak yerine, ‘kırılgan canlılar’, ‘şehir hayatının doğal özneleri’ veya ‘birlikte yaşadığımız komşular’ olarak kurmaya başlasa, Türkiye’deki sokak hayvanı politikalarının çok farklı bir yöne evrilmesi kaçınılmaz olurdu.

Çünkü medya hangi çerçeveyi kurarsa toplum o çerçeveden düşünmeye başlıyor. Bugün fobik ve kriminalize eden dil nasıl uyutmayı meşrulaştırıyorsa, kapsayıcı ve yaşam hakkını önceleyen bir dil de bakım, rehabilitasyon ve birlikte yaşam odaklı politikaları meşrulaştırır. Dil yalnızca temsili değil; politikayı, hukuku ve toplumun duyarlılık eşiğini belirleyen temel unsur. Bu yüzden asıl ıslah edilmesi gereken çoğu zaman hayvanlar değil, onlara dair kurduğumuz dilin kendisidir.

Çağla Daşcı’dan dikkat çeken çalışma... "Hayvanları marjinalleştiren anlatılar oldukça yaygın" - Resim : 1
Çağla Daşcı

Muhabir: Murathan BİRİNCİ
Çağla Daşcı Sokak Hayvanları