İngiltere–İskoçya Dosyası: Zeki İnsan, Krallığın Kuzeyinde Saklanan Hesapları Birlikte Açalım

Zeki insan…
Bazı siyasal birlikler vardır ki, haritada tek renk görünür ama içeride iki ayrı nabız atar. İngiltereİskoçya birlikteliği tam olarak böyle bir yapıdır: dışarıdan “Birleşik Krallık” diye tek bir çerçeve, içeride yüzyıllardır süren ince bir gerilim, cevaplanamamış bir soru ve ertelenmiş bir hesaplaşma.

1707’deki Birlik Yasaları imzalandığında kağıt üzerinde bir “büyük birleşme” oldu; ama bu birleşme duygusal bir ittifak değil, zorunlu bir mutabakattı. İskoçya, iflas eden Darien girişiminin ardından ekonomik çöküşün eşiğine gelmişti; İngiltere borçları üstlendi, ticaret ve imparatorluk pazarlarına giriş kapısını araladı, karşılığında siyasi egemenliğin büyük kısmı Londra’ya devredildi. Senin benim gibi düşünen zeki insanlar için bu tablo, romantik bir birleşmeden çok, “stratejik bir satın alma” operasyonuna benzer. İskoçya, nefes alabilmek için, sesinin tonunu Londra’ya bağlamak zorunda kaldı.

Ama İngiliz aklı o gün bir şeyi çok iyi biliyordu: Birliği sadece kanunla kurarsan, en ufak krizde dağılır; bu yüzden hukukun yanına hikâyeyi de koymak zorundasın. İngiltere, Birlik’ten sonra üç kritik alanı İskoçya’ya “bırakır gibi” yaparak aslında uzun vadeli bir zihin stratejisi kurdu: bağımsız hukuk sistemi, ayrı eğitim yapısı ve kendi ulusal kilisesi. İskoçya hukuku, İskoçya eğitim geleneği ve İskoçya kilisesi, görünüşte saygı jestiydi; derinde ise mükemmel bir “basınç vanası” işlevi gördü. Birlik içinde ama tam erimemiş bir kimlik… Yani Londra’nın gözünde: “Patlamasın ama tamamen de ortadan kalkmasın.” Fazla bastırırsan isyanı büyütürsün, fazla serbest bırakırsan ayrılığı hızlandırırsın; İngiltere bu ikisinin tam ortasını aradı.

Fakat zeki insan, hafıza kağıttan daha inatçıdır. Üç yüzyıl boyunca İskoçya, kendisine dayatılan “Birleşik Krallık Kimliği”ni yaşadı ama hiçbir zaman kendi hikâyesini unutmadı. Ortaokul kitaplarında krallığın bayrağı aynıydı ama evlerde anlatılan hikâyelerde hep iki ayrı tarih vardı. Londra’nın resmi anlatısı İskoçya’yı “doğal bir ortak” gibi sunarken, İskoç zihinlerinde birlik çoğu zaman “yapılması gereken bir anlaşma” olarak kaldı.

2014 referandumu, işte bu bastırılmış sorunun sandığa ilk kez yüksek sesle taşındığı andı. “İskoçya bağımsız bir ülke olmalı mı?” sorusu sadece hukuki değil, tarihsel bir soruydu. Sonuç belli: %55,3 “hayır”, %44,7 “evet”; katılım ise %84,6 gibi inanılmaz bir düzeydeydi. Rakamlar başka bir şey daha söylüyordu: Bu sadece bir siyasi tercih değil, neredeyse tüm toplumun hayatını ilgilendiren bir kimlik oylamasıydı. Sandıktan “hayır” çıkınca Londra rahatladı, ama o gece aslında başka bir şey oldu: İskoçya, tarihte ilk kez, “Gerekirse tek başıma yürürüm” deme hakkını kendine tanıdı.

İngiliz devlet aklı referandumun ertesi sabahı hemen devreye girdi. Üç büyük parti liderinin imzaladığı ve “The Vow” olarak bilinen, daha fazla yetki sözü veren mutabakat, Londra’nın ustaca kullandığı bir psikolojik araçtı: “Ayrılmanı istemiyoruz, ama seni daha çok dinleyeceğiz.” Bu, bir bakıma ilişkiye devam etmek için verilen duygusal tavizdi. Fakat zeki insan şunu görür: Birlikten önce bu yetkileri vermeyen merkez, ayrılık ihtimali belirince neden birden cömertleşti. Bu, niyetin samimiyetini değil, korkunun seviyesini gösterir.

Asıl derin kırılma ise 2016’daki Brexit referandumuyla geldi. Birleşik Krallık genelinde %51,9 ile “AB’den çıkalım” kararı verilirken, İskoçya %62 gibi net bir oranla “kalalım” dedi. Yani kuzeydeki sütun, Londra’nın seçtiği yoldan bilinçli olarak farklı bir istikamet çizdi. Zeki insanın gözü buraya takılır: 2014’te İskoçlar, Birleşik Krallık’ta kalırken “AB’nin parçası olma” garantisine göre oy kullandı; iki yıl sonra, o garantinin Londra tarafından çekildiğini gördüler. Bu, sadece bir dış politika kararı değil, “sözleşme ihlali” hissi doğurdu.

İskoçya’da şu cümle giderek daha çok yankılanmaya başladı: “İki kere kal dedik; birini Londra dinlemedi, birini Brüksel dinlemedi.” Bu tür çifte hayal kırıklıkları, klasik ekonomik argümanlardan çok daha güçlü bir kimlik sarsıntısı yaratır. Çünkü mesele artık “Daha mı zengin oluruz?” sorusu değil; “Biz kimiz ve kendi geleceğimize ne kadar hükmedebiliyoruz?” sorusuna döner.

Londra bu tabloyu görünce, doğrudan sertleşmek yerine, kendi dilini hukuk üzerinden ince ayara soktu. İskoç hükümeti ikinci bir bağımsızlık referandumu için hukuki zemin aradığında, konu İngiltere Yüksek Mahkemesi’ne taşındı. 2022’de Mahkeme, İskoç Parlamentosu’nun Westminster onayı olmadan böyle bir referandum düzenleyemeyeceğine hükmetti. Cümlenin çıplak anlamı hukuki; ama satır arası siyasi: “Birliğin kaderine dair son söz, ayrılmak isteyende değil, birliği kuranda kalır.” Bu, devlet aklı açısından bakıldığında son derece rasyonel; demokrasi teorisi açısından bakıldığında ise son derece rahatsız edici bir karardır.

İşte görünmeyen strateji burada netleşiyor: İngiltere, İskoç bağımsızlığını sandıkta yenmek yerine, zaman içinde yıpratmayı tercih ediyor. “Şimdi sırası değil” cümlesi, her demeçte tekrar edilen bir politik slogan değil, tasarlanmış bir kronoloji silahıdır. Talebe “tamamen hayır” demiyor; ama o talebi sürekli ileri tarihlere iterek sıradanlaştırıyor, gündemin altına gömüyor, halkın enerjisini tüketiyor. Talebin kendisini değil, motivasyonunu hedef alıyor. Bu, kaba bir bastırma değil, rafine bir yıpratma tekniğidir.

Peki neden bu kadar ısrar?
Bu noktada devreye görünmeyen ama çok somut bir başlık giriyor: enerji.

Kuzey Denizi’nde, İskoçya açıklarında keşfedilen petrol ve gaz rezervleri, 1970’lerden itibaren İskoç bağımsızlığı tezinin ekonomik omurgalarından biri haline geldi. İskoçya yanlıları, “Bu gelirle kendi ayaklarımız üzerinde dururuz” derken, Londra cephesi rezervlerin belirsizliği, fiyat dalgalanmaları ve üretim maliyetleri üzerinden karşı argüman üretti. Son yıllarda, North Sea üretiminin düşmesi, fiyatların dalgalanması ve enerji dönüşümü, bu kartın değerini teknik olarak azaltsa da, sembolik etkisini ortadan kaldıramadı.

Daha güncel GERS (Government Expenditure and Revenue Scotland) verileri, İskoçya’nın kamu harcamalarının gelirlerinden belirgin biçimde fazla olduğunu, bütçe açığının 2024–25 için GSYH’nin yaklaşık %11–12’sine çıktığını gösteriyor; petrol gelirleri düştüğünde bu oran daha da büyüyor. Londra bu verileri sürekli öne çıkararak şu mesajı inşa ediyor: “Birlikteyken daha güvendesin.” Zeki insan için bu, yalnız bir mali rapor değil, politik bir kaldıraçtır. İngiliz devleti rakamların arkasına saklanarak duygusal bir psikoloji yönetiyor: “Ayrılırsan yalnız kalırsın, ekonomik fırtınayı kaldıramazsın.

Buradaki asıl niyet, bağımsızlığı ekonomik olarak “irrasyonel” göstermek.
Eğer bir fikri irrasyonel gösterirsen, zaman içinde onu “marjinal”leştirebilirsin. İngiltere, İskoç bağımsızlık talebini çocukça bir hayal gibi konumlandırmak istiyor: “Güzel ama gerçekçi değil.” Böylece talebe doğrudan saldırmadan, onun ciddiyetini törpülüyor.

Öte yandan, İskoçya cephesinde tablo siyah–beyaz değil. Ulusal parti içindeki liderlik krizleri, kamu hizmetlerinin yönetimindeki hatalar, sağlık ve eğitimde yaşanan sıkıntılar ve bağımsızlık sonrası ekonomik modelin yeterince ikna edici anlatılamaması, bağımsızlık cephesinin elini zayıflatıyor. Uluslararası yorumlarda da, son yıllarda hem İskoç bağımsızlığı hem de İrlanda birleşmesi senaryolarının “bir müddet geriye düştüğü”, ekonomik kaygıların ve iç siyasi sorunların ön plana çıktığı ifade ediliyor.

Bu, Londra için stratejik bir fırsat penceresi. Merkez şöyle düşünüyor: “Zaten kendi içinde tartışmalı, ekonomik olarak da tartışılan bir hareket; ben sadece zaman tanırsam, kendi kendini yıpratır.” Yani İngiltere’nin görünmeyen stratejisi, bazen aktif bir hamle yapmak değil, doğru anda hiçbir şey yapmamaktır. Bu da bir tür operasyon: Müdahale etmeyerek yıpratma.

Geleceğe dair senaryolarda ise iki temel çizgi beliriyor. Birinci çizgi, şu anki gibi “yüksek tansiyonlu ama kontrollü birlik” hali: İskoçya kendi içinde tartışır, Londra hukuki frenleri koyar, ekonomik argümanlar havada uçuşur, zaman zaman yeni yetki paketleri konuşulur ama kopuş gerçekleşmez. İkinci çizgi ise daha yavaş ama köklü bir değişimi işaret ediyor: Genç kuşakların kendini daha çok Avrupa’ya, daha az Londra’ya ait hissetmesi; İskoç kimliğinin “normal” ve “bağımsızlık” fikrinin ise “meşru” hale gelmesi. Eğer bu duygusal çizgi güçlenir, yeni bir referandum da siyasal olarak kaçınılmaz hale gelirse, o zaman bugün sessiz duran fay hattı bir gün sandıkta kırılabilir.

İngiltere’nin en büyük korkusu, işte tam burada gizli: Bir gün sabah uyandığında, dünyanın manşetlerinde şu cümleyi görmek: “Birleşik Krallık artık birleşik değil.” Bu, bir toprak kaybından çok daha büyük bir şeydir; yüzyıllardır inşa edilen “büyük güç” imajının psikolojik çöküşüdür. Devlet aklı için bu, haritadan daha önemlidir. Harita yeniden çizilir; ama bir kere sarsılan saygınlık, aynı şekilde geri gelmez.

Zeki insan, tabloyu şimdi baştan sona gördüğünde şunu okuyorsun:
Bugün İskoçya dosyası sessiz ise, bu çözüldüğü için değil, üzerinde ustaca bir ağırlık olduğu içindir. İngiltere en sevdiği silahı kullanıyor: Zaman.
Sorunu bastırmıyor; bekletiyor.
Tartışmayı yasaklamıyor; yoruyor.
Kimliği yok etmiyor; ehlileştiriyor.

Ama tarihin bir alışkanlığı vardır:
Uzun süre ertelenen her hesap, döndüğünde daha ağır bir fatura keser.

İngiltere–İskoçya dosyası bugün belki manşetlerde değil.
Ama krallığın hafıza rafında, en kalın dosyalardan biri olarak bekliyor.
Ve o dosyanın kapağına tarih şimdiden ince bir not düşmüş durumda:

“Bu birlik, bir gün yeniden sorgulanacak ve kim bilir belki de İskoçya ile birlikte İngiltere nükleer gücünü de kaybedecek. Sahi İngilizlerin nükleer silahları kimin topraklarındaydı...”

Gürkan KARAÇAM

İngiltere İskoçya
SON DAKİKA HABERLERİ

Gürkan Karaçam Diğer Yazıları