Uzun Vadede Hepimiz Öleceğiz
Adam Smith'in "Uzun vadede, her şey iyiye doğru gider" sözüne atfen ve 2 Kasım Pazar gününün Latin dünyasında "İnançla dünyadan ayrılmış ruhlar" günü olması sebebiyle aklıma gelen mutlak gerçek bu: Uzun vadede, hepimiz ölüyüz.
Can sıkıntısından uzak olduğumuz ama durmaksızın kötü haberlerin geldiği bir dünyada, istediklerimizi yapmanın giderek daha zor olduğu bir ortamda ne istediğimizi unutmak bile mümkün. Ama ne istediğimize kafa yorsak da yormasak da, bir şekilde günler harala gürele geçiyor değil mi? Bir şeylerin düzelmesini beklerken ömür de bitmiyor mu bir taraftan? Bitiyor elbette. Bir şeylerin iyiye doğru gitmesini daha ne kadar bekleyebiliriz, bilmiyorum...
Ölümü hatırlamanın huzur veren bir yanı var. Hırsların anlamsızlığı, sahip olduğunuzu sandığınız şeylerin aslen asla sonsuza kadar sizin olmayacağı gerçeğinin açıklığı, yaşamak için para kazanmak zorunluluğu yüzünden hayatımızın önemli bir bölümünü çalışarak geçirmenin ne kadar çok şey yapmanıza engel olduğu gerçeği de yüzünüze çarptıkça, zihniniz berrak bir huzura açılıyor, mutsuzca. Mutsuzca çünkü yapmak istedikleriniz için para gerekli ama onu da kazanmak uzun zaman ve ömrünüzü alıyor. Üstelik yeterli de para kazandırmıyor işler. Yeterince çok parayı, hızlı bir şekilde kazanamıyorsak, bu acı bir durum. Mutsuz olmamız da normal. Tıpkı her şey gibi bu mutsuzluğun da bir gün biteceğini biliyorsunuz ama. Ölümü düşünmenin, işte böyle insanın biraz elini kolunu budayan ve içini ezen tarafı olduğu gibi, tam da bu ezilme hissinin yarattığı, tuhaf bir özgürleştiren tarafı da var.
Çocukken teknolojinin sadece televizyon, telefon ve radyodan ibaret olduğu kendi minik eko sistemimde, annem ve babam çalıştıkları ve genellikle yorgun oldukları için, bazen uzun süre tek başıma zaman geçirmem gerekirdi. Bu zamanlarda, dersler, kitaplar, evdeki ansiklopediler, plaklar ve radyodan sonra, hala tek başıma isem, annem ve babamın kitaplarını incelemek için kütüphaneye tırmanırdım. Benim kitaplarım alt katlarda ama yetişkin kitapları üst raflarda yer alıyordu bu tavana kadar uzayan yapıda. Bu boş ve yalnız zaman, diğer kitapları keşfetmek için şahane bir fırsat yaratıyordu.
Heyecan verici bir şekilde ve orada ayakta durmaya çalışırken, ilk birkaç sayfasını incelediğim kitapları, tam olarak aldığım yerlere koyardım ki onları karıştırdığımdan şüphelenmesin annem ve babam. Yetişkin kitaplarının yetişkin kitabı olmasının bir nedeni vardı çünkü. Faust örneğin. İçinden birkaç şey dışında bir şey anlayamadığım Hegel. Ya da sinir bozucu bir şekilde önce sonunu okuduğum için çok üzücü bulduğum Madame Bovary. Arsenik neydi? Babamın kimya kitaplarına bakmalıydım. Ya Anna Karenina? Sahi bir insan neden kendini trenin altına atardı? Ölmek için başka yollar vardır diye düşünmüştüm. Hiç trenin altında kalmış bir insan görmemiştim. Şapkası ve kıyafetlerine ne olurdu, yüzü nasıl görünürdü?
Ölüm güzel bir kadına ne yapardı?
Bir şeyi merak etmeye görün. Karşınıza hep merak ettiğiniz şeylere doğru sizi bir bilgi dehlizine sürükleyen şeyler çıkar. Edgar Allan Poe'nun kitapları, şiirleri ve hikayeleri gibi. Raven. Ne üzücü, ne korkunç ve ne heyecan verici bir şekilde irkilticiydi her detay. Bir sonraki yaz tatilinde babam sanki anlamış gibi, Poe'nun çocuklar için hafifletilmiş minik İngilizce hikayelerinden almıştı bana. Asla gerçek olmadıklarını bilerek ama yine de bu korku dozu azaltılmış versiyonlarını da keyifle- ve elimde sözlükle- okudum elbette.
Bu biraz korkutucu serüvenlerimin her birinin sonunda, o güne konu olan kitabı bulduğum gibi, bulduğum sırada yerine bırakıp, ödevlerime döner, annem babam evde yokken yine o dehlizde başka kapılar açmak için aynı kahverengi, tavana kadar uzanan kitaplığa tırmanırdım. Ne çok bilmediğim şey vardı. Ne çok merak ettiğim şey. Ölüm bunlardan biri ve en mistik olanıydı kuşkusuz.
Ölümü merak etmeyen yoktur. Çok merak edenler ve tutkuyla peşinden koşanlar var elbette ama hepimiz bize öldükten sonra ne olacağını merak ederiz. İnanç sistemimizle uyumlu bir huzur ya da yine inanç sistemimiz yüzünden huzursuz-günahkarsak mesela- bir şekilde bu günü, saati belli olmayan ama mutlaka gelecek olan yolcu gemisini bekleriz.
Sevdiklerinin dünyadan ayrılışlarına hemen bir kabul edişle tepki veremeyen ruhum, çok ama çok çetin sınavlardan geçti ölüm söz konusu olduğunda. Çok yıkıcı, çok kabul edilmesi zor, çok tüketiciydi her biri. Sorgulayan bir zihin için cehennem gibidir, sevdiklerine belirsiz bir vakte kadar veda etmek, buna zorunlu olmak vs vs. Ölüler diyarına göç eden sevdiklerimizle -umudumuz odur ki- tekrar buluşuncaya dek vedalaşmak, morfinsiz diş çektirmekten bile daha çok acıtan, benliğinizi sarsarak yakan, korkunç bir acı verir.
All Soul's Day" için çekilmiş şahane bir animasyon film vardır. İzlemişsinizdir. COCO. Şahane bir filmdir. Çok eğlencelidir.
Bir de Miyazaki filmi tavsiye etmek isterim size. Spirited Away. Şahane bir animasyondur.
Çocuk ruhum hala ölümü bu çocuksu filmlerle sorgulamaya da meyillidir, ufak çaplı karanlığına rağmen.
Son derece acıklı olan, ilk kez çocukken tanıtıldığım ama annem ve babamım- muhtemelen yaşıtı pek çok okumuş insanın da bildiği bir Edgar Allan Poe şiiriyle bitirmek isterim bu Pazar yazısını. Çok güzel şiirdir, Annabel Lee, bir ölünün adından yazılan...
"Seneler, seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekden başka beni.
O çocuk ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil karasevdalıydık
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırdı bizi.
Bir gün işte bu yüzden göze geldi,
O deniz ülkesinde,
Üşüdü rüzgarından bir bulutun
Güzelim Annabel Lee;
Götürdüler el üstünde
Koyup gittiler beni,
Mezarı ordadır şimdi,
O deniz ülkesinde.
..."

