Özgürlük mü? Yalnızlık mı? Yalnız yaşayan insan sayısı neden artıyor?
TÜİK verilerine göre, Kocaeli’de yalnız yaşayan bireylerin sayısındaki artış dikkat çekerken, uzman psikolog Hülya Kuşcu, bu değişimin psikolojik etkilerini Nokta Gazetesi'ne değerlendirdi.
Bir zamanlar geniş sofralarda toplanan ailelerin yerini artık yalnız kahvaltı masaları alıyor. TÜİK’in güncel verileri, Kocaeli’deki aile yapısının son yıllarda ciddi bir dönüşüm geçirdiğini ortaya koydu. Kentte 650 bini aşkın hane bulunurken, bu evlerin 100 binden fazlasını yalnız yaşayan bireyler oluşturuyor. Artık daha fazla insan tek başına yaşıyor; daha fazla çocuk tek ebeveynle büyüyor.
PSİKOLOJİK SIKINTILARI BERABERİNDE GETİRİYOR
Sadece istatistikler değil, gündelik hayatın dinamikleri de bu değişimi doğrular nitelikte. Yalnızlık daha görünür, çekirdek aile daha sade, sosyal ilişkilerse daha yüzeysel bir hâl alıyor. Uzmanlara göre bu dönüşüm, modern şehir yaşamının kaçınılmaz bir sonucu. Ancak yalnızlığın artması, beraberinde farklı psikolojik ve toplumsal riskler de getiriyor.
CİDDİ BİR DEĞİŞİM VAR
Kocaeli’de çekirdek aile yapısında da ciddi bir değişim gözleniyor. Kentte yalnızca eşlerden oluşan ailelerin sayısı 82 bin, tek ebeveynli ailelerin sayısı ise 70 binin üzerinde. Bu durum, aile bağlarının zayıfladığını ve toplumsal yapının giderek bireyselleştiğini gösteriyor.
ÖZGÜRLÜK MÜ? YALNIZLIK MI?
Peki bu değişimin psikolojik etkileri neler? İnsanlar neden artık daha çok yalnız yaşamayı tercih ediyor ya da buna mecbur kalıyor? Çocuklar, yaşlılar, tek ebeveynli aileler bu süreçten nasıl etkileniyor? Tüm bu soruları, konunun uzmanı olan Uzman Psikolog Hülya Kuşcu’ya sorduk. Kendisiyle gerçekleştirdiğimiz röportajda, yalnızlık olgusunu hem bireysel hem de toplumsal boyutlarıyla değerlendirdik.
İşte Kuşcu’nun açıklamaları:
1. Son yıllarda yalnız yaşayan bireylerin oranının ciddi şekilde arttığını görüyoruz. Sizce bireylerin tek başına yaşama eğilimi psikolojik bir ihtiyaçtan mı kaynaklanıyor, yoksa toplumsal baskılardan kaçış mı?
Aslında her iki unsur da geçerli. Yalnız yaşama eğilimi bazen bir tercihtir; bireyin kendini tanımak, özgürleşmek ve kendi alanını kurmak istemesiyle ilişkilidir. Ama bazen de bir mecburiyettir; ilişkilerdeki güven kaybı, hayal kırıklıkları, ekonomik zorluklar ya da toplumsal beklentilerden kaçma arzusu kişiyi yalnız yaşamaya iter. Modern dünyada bireysellik arttıkça, ‘tek başına yaşamak’ artık bir istisna değil, sık rastlanan bir yaşam biçimi haline geldi. Fakat bu tercihin arkasında hangi duygu var—özgürlük mü, kaçış mı—bunu anlamak için kişinin kendi iç sesini duyması gerekir.
2. Geniş aile yapılarının giderek azalması bireyin sosyal destek sistemlerini nasıl etkiliyor? Bu durum özellikle çocuklar ve yaşlılar açısından ne tür sonuçlar doğurabilir?
Geniş aileler bir zamanlar güvenli bir ağ gibiydi. Anneanne, dede, hala, amca… Bu kişiler sadece akraba değil, aynı zamanda birer destekçiydi. Şimdi bu ağ küçüldü. Özellikle çocuklar için bu, rol modellerin azalması demek. Yaşlılar için ise yalnızlaşmak ve görünmezleşmek anlamına geliyor. Psikolojik olarak bu, hem kuşaklar arası bağın zayıflamasına hem de “ben yalnızım” duygusunun artmasına neden olabiliyor. Oysa sağlıklı bir sosyal destek sistemi bireyin stresle baş etmesini, duygusal regülasyonunu ve yaşam doyumunu doğrudan etkiler.
3. Kocaeli’de de tek kişilik hane oranı artmış durumda. Şehir yaşamının bu tür aile yapıları üzerindeki etkisi nedir? Büyük şehirlerde bireyselleşme daha mı hızlı ilerliyor?
Kesinlikle. Büyük şehirlerde yaşam, bir yandan bireylere bağımsızlık alanı sunarken, diğer yandan onları daha çok yalnızlaştırıyor. Kocaeli gibi sanayileşmiş, göç alan şehirlerde insanlar genellikle ekonomik fırsatlar için taşınır ama sosyal bağlarını arkalarında bırakırlar. Apartmanlar kalabalıktır ama ilişkiler mesafelidir. Bireyselleşme, şehirde adeta bir “hayatta kalma stratejisi” halini alıyor. Fakat bu bireysellik çoğu zaman ‘özgürlük’ değil, ‘kopuş’ anlamına geliyor.
4. Çekirdek aile yapısındaki değişim (özellikle tek ebeveynli ailelerdeki artış) çocukların psikolojik gelişimini nasıl etkileyebilir? Anne ya da babadan biri olmadan büyümek, çocuklar için ne anlama geliyor?
Tek ebeveynli ailelerde büyüyen çocuklar, eksik değil ama farklı gelişirler. Bu çocuklar bazen erken olgunlaşır, daha sorumlu hale gelir ama aynı zamanda daha çok yük taşırlar. Eksik olan bir ebeveynin yokluğu, duygusal boşluk yaratabilir. Bu boşluğu çocuk kendi anlamlandırmaya çalışır: “Babam beni sevmiyor muydu?” ya da “Annem neden gitti?” gibi sorularla baş başa kalabilir. Ancak burada önemli olan tek ebeveynin nasıl bir duygusal iklim sunduğudur. Sevgi, ilgi ve açık iletişim varsa; çocuk, eksik değil güçlü bireyler olarak büyüyebilir.
5. Yalnız yaşayan bireylerde depresyon, anksiyete ya da yalnızlık hissi gibi psikolojik sorunlarla karşılaşma riski daha yüksek midir? Bu kişiler için nasıl bir destek sistemi önerirsiniz?
Yalnız yaşamak otomatik olarak depresyon yaratmaz. Ancak kişi yalnızlıktan beslenemiyorsa, bu durum risk oluşturabilir. Özellikle anlamlı sosyal bağları olmayan, duygularını paylaşacak bir alan bulamayan bireylerde depresyon, anksiyete ve kronik yalnızlık daha sık görülür. Bu yüzden yalnız yaşayan bireyler için düzenli sosyal temas, gönüllü faaliyetler, online veya yüz yüze destek grupları çok kıymetlidir. Ayrıca terapi, yalnızlığı anlamlandırmak ve kişinin içsel kaynaklarını keşfetmesi için güçlü bir destektir.
6. Toplumumuzda aile hâlâ çok güçlü bir değer. Aile yapısındaki bu değişimler sizce kültürel çatışmalara veya kimlik bunalımlarına neden olabilir mi?
Evet, olabilir. Bir yanda geleneksel değerler, diğer yanda bireysel özgürlük talepleri… Bu ikisi arasında sıkışan birey, özellikle “evlenmemiş” ya da “tek başına çocuk büyüten” biriyse, kimliğini savunmak zorunda kalabilir. “Ben yanlış mı yapıyorum?” duygusu, dış baskılarla birleşince kimlik çatışması kaçınılmaz olur. Oysa kimlik dediğimiz şey değişkendir. Kimi anne olurken büyür, kimi yalnız kalınca. Toplumun bireyleri etiketlemek yerine, çeşitliliği kabul etmeye ihtiyacı var.
7. Geleneksel aile yapısından uzaklaşan bireylerde aidiyet duygusu zedeleniyor mu? Psikolojik olarak bireyin ‘bir yere ait hissetmesi’ neden bu kadar önemli?
Aidiyet, ruhun evi gibidir. İnsan doğası gereği bir yere ait hissetmek ister—bu bir aile, bir dost grubu, bir mahalle ya da inandığı bir fikir olabilir. Aidiyet duygusu, bizi dünyaya bağlar; anlamlı kılar. Geleneksel yapıdan uzaklaşmak, aidiyeti kaybetmek anlamına gelmez ama yeniden tanımlamak gerekir. “Kendi ailemi kuruyorum” demek, illa çocuk sahibi olmak değildir; bazen dostlarla bir çember kurmak, bazen kendini sevmekle başlar.